Monthly Archives: Kasım 2013

Güney Turu

Ne zamandır yazmak isteyip de fırsat ve güç bulamadığım dönemlerden biri…Farkettim ki; Cumhuriyet Bayramımızı, ülkeye dair gözlemlerimi, kutlama esnasındaki hislerimi yazmamışım. 90. yılını idrak ettiğimiz cumhuriyetin gerçekten hakkının verildiği, demokrasinin klişe bir kelime olmaktan çıkıp, tam manasıyla yürürlükte olduğu, ‘polislik’ kisvesi altında insanları döven, öldüren, gençlerin gözünü oyan canavarların, 10 Kasım’da Mustafa Kemal Atatürk’e hakaret etmeye cesaret edenler ile halka ‘gavat’ demeye cüret edenlerin gerekli cezayı aldığı bir ülke temenni ediyorum ve güzel şeylerden bahsetmek için, gezi yazıma başlıyorum…

Kuzenimin düğünü vesilesiyle yarı memleketim İskenderun’a yolumuz düştü geçen hafta..Ailece bir arada olmayı ne kadar özlemişim; birlikte uzun sofralara oturmak, gülerek, bağıra çağıra sohbet etmek, doya doya hasret gidermek için neden bu kadar bekliyoruz bilemiyorum.. Ayrı şehirlerde olunca bir araya gelmek pek kolay olmuyor, hele belli yaşları geçtikten ve anneanne-dede kuşağı vefat ettikten sonra…

Daha önce Antakya ve İskenderun gezimden bahsetmiş, gittiğimiz yerleri yazmıştım. (bkz. Antakya yazısı) Bu kez rotamıza farklı yerleri de ekledik ve Antakya’nın meşhur Harbiye bölgesine uğradık. Aşağıdaki manzara eşliğinde, Kervan lokantasında  yediğimiz humus ve yoğurtlu patlıcanı, yanında gelen sıcacık pidenin lezzetini nasıl tasvir edeyim, bilemiyorum. (Çekmeyi unuttuğum için aşağıdaki fotoğrafı tripadvisor.com.au sitesinden aldım)

HarbiyeBu bölgede, Antakya’nın meşhur ipekçilerinin de bulundu caddeyi ve dükkanları gezmeniz, şelaleye karşı lezzet patlaması yaşamanız mümkün.

Antakya’nın Uzun Çarşı’sı malum, gezmeden dönmek olmaz. Ama yolunuz düşerse mutlaka eski bir sabun fabrikası olan Savon Otel‘e uğrayın, daracık sokaklar arasında gezinin, evlerin arasında konuşlanmış ufacık kiliseleri görün, Affan Kahvesi‘nin arka avlusunda Haytalı tatlısını yiyin ve duvarında asılı olan “Haytalı asla Bici Bici değildir” yazısını okuyun, süvari denen ve çay bardağında gelen Antakya kahvesini için, Uzunçarşı’nın içindeki Çınaraltı’nda Yusuf Amca’nın künefesini yiyin ve kendinizi Antakya’nın etkileyici yöreselliğine teslim edin.

(Not: Uzunçarşı’daki Pöç Kasabı’na uğrayıp, aşağıdaki tepsi kebabını yanında ayranı ile birlikte yemeyi ihmal etmeyin) (Fotoğrafı Pöç Kasabı‘nın sitesinden aldım)

pockasabi

Gelelim Kahramanmaraş turumuza.. Sadece birkaç saatliğine uğradığımız Maraş’ın benim için ailevi değeri çok büyük, o yüzden pek objektif olamayabilirim. Bana göre güneyin sıcaklığını doyasıya hissedebileceğiniz, bozulmamış, ama aynı zamanda oldukça gelişmiş bir şehir Maraş..

Çarşısını, tüm şehri altınıza seren Seyir Tepesini, Trabzon Caddesi’nde bulunan Akif Şekerleme’cisini (Fıstık ezmesi mutlaka tadıla!) görün; ayrıca 41 yıllık Küçükev Lokantası’nda içli köfte ve kuru patlıcan dolması yiyin. (Yine çekmeyi unuttuğum için aşağıdaki fotoğrafı Küçükev Lokanta‘sının sitesinden aldım)

Küçükev Lokanta

Her gittiğimde yeni bir his, yeni bir yer veya lezzet keşfediyorum memleket dolaylarında. Aslında daha bahsedilecek, gidilecek o kadar fazla yer var ki…Ama hepsini bir blog sayfasında anlatmak pek mümkün değil..

Hepinize iyi gezmeler, güzel lezzetler…

2 Yorum

Filed under Biri Kaçamak mı Dedi ?, Kültür-Sanat, Mutluluğun Tarifi : Yemek

Mavi Jasmine

İzleyeli epey vakit olmasına rağmen bir türlü kaleme alma fırsatı bulamadığım, fakat halen dimağımda canlı duran bir film olan Blue Jasmine’i anlatacağım bu kez. En etkilendiğim, hislendiğim Woody Allen filmi diyebileceğim bu seyirliği bu denli favori yapansa, elbette perdede yağ gibi kayan Cate Blanchett…

Yaşadığı hayatın yapmacıklık ve riya kokan taraflarını görmezden gelerek, sahtekar kocasının ona sunduğu ‘muhteşem’ hayatı, zenginliği yaşamayı tercih eden; tüm bunları kaybettikten sonra benliğini, aklını yitiren kadını öyle güzel oynuyor ki; Jasmine’e (Cate Blenchett) kızamıyorsunuz.
Blue
Çünkü seyirciye geçirdiği gerçeklik hissi çok güçlü; insanoğlunun zaaflarını, nefsine hakim olamayışını ve yükselme hırsını birebir suratınıza çarpıyor. Üzülüyorsunuz, çünkü bu hayattaki en can acıtıcı durumlardandır “ne oldum değil, ne olacağım” vaziyeti.

Jasmine; evlatlık olarak büyümüş, kendini her zaman üvey kardeşinden üstün ve elit görmüş, Hal (Alec Baldwin) ile evlenmek için okulunu bırakarak zenginlik dolu hayata merhaba demiştir. Partiler, lüks evler, düşünülmeden harcanan para madalyonun görünen yüzüyken; diğer yüzde aldatma, dolandırıcılık ve hüsran vardır.

Tepetaklak olan hayatı ile parıltılı geçmişi arasında gidip gelen sahneler son derece iyi kurgulanmış, izlerken Jasmine ile birlikte geçmişe gidip, düşüşünü onunla yaşıyorsunuz. “Ne kadar tepeye çıkarsan, düşüşün o denli sert olur” düsturumu kanıtlarcasına kuvvetli oluyor yaşadıkları.
Cate Blenchet
Ve evet; aynı ‘gerçek hayattaki’ gibi onu bağrına basan, geçmişinde yer açmadığı, beğenmediği kız kardeşi oluyor. Kız kardeş Ginger (Sally Hawkins) ve sevdiği adam Chili’ye (Bobby Cannavale) ayrıca tebriklerimi iletiyorum, şahane doğal ve tamamlayıcı oynuyorlar. Jasmine’in tüm hırçınlığına, soğukluğuna ve kibirine karşın; kardeşinin naifliği, iyi niyeti ve kalenderliği müthiş bir tezat yaratıyor.

Woody Allen, beklentileri karşılıyor; hareketli, geçişleri kuvvetli, zeki kurgulanmış ve insanın bir yerden bam teline dokunabilen bir seyirlik sunuyor seyirciye..
Hayat bazen çok acımasız olabiliyor.

İyi seyirler…

Yorum bırakın

Filed under Kültür-Sanat