Tag Archives: dostoyevski

Deliliğe (s)Övgü

Tuhaf, garip ve münasebetsiz düşünceler geçiyor kafamdan.
Acaba başkalarının zihninde de benzerleri cirit atıyor mu”  ya da “Doya doya dışa vursam, dışlanır mıyım toplumdan?” dedirten cinsten…Cins cins, türlü-türsüz fikirler.
Ben en iyisi kendime saklayayım, neme lazım 3 günlük dünya hayatını da “deli bu, uçmuş” damgası yiyerek, yapayalnız geçirmeyeyim. Malum toplum pek sever damga damga yaftalamayı ve dahi bayrak gibi sallandırmayı.
Albert Camus’un*; “Bazılarının, sadece normal olmak için ne büyük çaba sarf ettiğini kimse bilmiyor” sözünü sevdiğimi söylerken, aslında gizli gizli övünüyorum bulunmaz sıra dışılığım (!) ile.
Çünkü ‘normal‘; normlara uygun anlamına geliyor ve ben kimden peydahlandığı belli olmayan standartlara uymuyor olduğuma kendimi inandırmayı pek afili buluyorum.
İç ses: [Böyle böyle kendini kandırmazsan nasıl geçer bu ömür?]
Belki de ‘başarılı olanlar, fark yaratanlardır‘ öğretisine inanıyorum derinlerde bir yerde.
İç ses: [Hadsiz! Kimin hayatında ne fark yarattın? Dünyanın hangi çivisini yerine taktın?]
“Fark yaratma” dürtüsü, nevi şahsına münhasır olma isteği, pek çoğumuzun bilinçaltında var sanki.
Bu dünyadan geçen-göçen 100 milyar insan arasından hatırlayabildiklerimiz hep o “fark yaratanlar” değil mi?

Bazen; Goethe, Nietzsche, Dostoyevski, Oğuz Atay, Zweig, Virginia Woolf, Reşat Nuri Güntekin, Marie Curie bizim devirde yaşasaydı nasıl olurdu diye düşünmekten kendimi alamıyorum.

Dostoyevski’nin kitap pasajlarını Facebook’ta paylaştığı, Marie Curie’nin radyoaktivite deneylerini Instagram’dan duyurduğu ve Mozart’ın Youtube üzerinden konçerto dinlettiği fantastik bir dönem hayal ediyorum.
Neden olmasın? Belki paralel evren diye bir yer vardır ve buna benzer olaylar yaşanıyordur.
İç ses: [Buraya yazılanları bir sonuca bağlamak zorunda mıydık? Yoksa istediğimiz gibi at koşturabiliyor muyduk?]
Karşı iç ses: [Hani standartlar, normlar, klişeler seni ırgalamıyordu?  Her şey illa giriş-gelişme-sonuç örüntüsünde mi ilerlemeli? Yaz işte istediğin gibi.]
Öyle olmuyor.
Yazamıyorsun. Söyleyemiyorsun. Çizemiyorsun.
Her aklına eseni yapamıyorsun.
Bildiğimiz, ispatlanmış bir tane hayatımız var; onda da çoğu şeyi “öyle gerektiği için” uyguluyorsun.
*   ‘Albert Camus’ isminden sonra gelen eklerin nasıl ayrılması gerektiğine karar verilememiş edebiyat camiasında. Okunuşu Kamü olduğu için “Camus’nün” yazan var, Camus’nun diyen var. Olası tenkitleri savuşturmak için koydum yanına o yıldızı. Bu da böyle biline. 
SON.

14 Yorum

Filed under Gündem Dışı, içimden geldiği gibi

Öteki

İzlediklerimi nicedir anlatmamışım burada, sanırım bir süredir etkileyici ve enteresan bir film izlememişim. Ta ki Richard Ayoade’nin yönettiği; Jesse Eisenberg’in başrolünü oynadığı “Öteki” (The Double) filmine denk gelene kadar…

Fyodor Dostoyevski’nin “Dvoynik” adlı romanından uyarlanan filmi ne şekilde kategorize etmem gerektiğini bilemiyorum. Psikolojik gerilim, ruhsal dram, fantastik gerilim…Bu tanımların hepsi filmde kendine yer buluyor. O kadar karanlık, o kadar sinir bozucu ve vurucu bir gerilim ki; önce Dostoyevski’ye sonra da yönetmene ve oyunculara şapka çıkarıyorsunuz.

Öncelikle; James ve Simon adlarında iki zıt karakteri bu kadar gerçekçi canlandıran Jesse Eisenberg’in adını anmam lazım. Simon; iç karartıcı dairesi ve bunaltıcı iş yeri arasında gidip gelen, zaman zaman bakıma muhtaç annesiyle ilgilenen, aşırı derecede içine kapanık ve melankolik bir karakterdir.

The Double

Hayatının en büyük eğlencesi, platonik olarak aşık olduğu ve karşı dairesinde oturan iş arkadaşı Hannah’ı (Mia Wasikowska) izlemek ve onunla konuşmaya çalışmak olan Simon; iş yerinde, sokakta, kafede her daim “görünmez adam” muamelesi görmekte, kimse tarafından sayılmamaktadır.

Derken; tam Hannah ile iletişime geçmeye ve yakınlaşmaya başladığı sırada, iş yerinde James (Jesse Eisenberg) adında, ona fiziksel olarak tıpatıp benzeyen fakat karakter olarak tam tersi biri başlar.

Simon; hayatta sahip olmak isteyip de olamadığı her özelliğin James’te olduğunu görür ve peşinde koştuğu tüm değerleri ona kaptırmanın acısı ile aklını kaybedecek gibi olur.  Çok fazla detaya girip filmin büyüsünü bozmak istemem; ancak uzun zaman sonra ilk kez bir filmi baştan tekrar izlemek istediğimi belirtmeliyim. Zira yönetmenin izleyiciye bıraktığı cevaplar ve ilk başlarda anlaşılamayan noktalar mevcut filmde. Her izleyicinin farklı yorumlayabileceği bir seyirlik olan Öteki; bence şu aralar vizyondaki en izlenesi filmlerden biri.

The Double...Filmin müziklerine de değinmeden olmaz; Simon’un iç dünyasında çalan orkestraları öyle güzel yansıtmışlar ki; bir nevi sahnelerin doruk noktasına çıkmasını sağlamışlar.  Bu filmi yukarılara taşıyan oyuncu tabi ki Jesse Eisenberg; karanlık, utangaç, nevrotik Simon’u da; eğlenceli, fırlama, zevk düşkünü James’i de tam dozunda canlandırıyor.

Pek çok sahnede içimin karardığını, çığlık atmak istediğimi itiraf etmeliyim. Bu filmin izleyicinin içini açmayacağı, aksine ruh halini olumsuz yönde etkileyeceği bir gerçek, ama çıktıktan sonra “iyi ki bu filmi seyretmişiz” dedirtti bana. Ayrıca ilk fırsatta Dostoyevski’nin ilgili romanını da okumayı düşünüyorum, bakalım…

İyi Seyirler…

Yorum bırakın

Filed under Kültür-Sanat