Ben şimdi biraz felsefe yapacağım. İşin açıkçası, evcilik oynar gibi filozofçuluk oynayacağım. Kafamda kurduğum ipe sapa gelmez, boş düşünceleri yazıya dökeceğim. “Ben böyle şeylere inanmam, sorgulama sevmem, anı yaşarım, olan bitenin değişimiyle, geçmişiyle ilgilenmem” diye düşünenler, okumamalı bence. Ya da ayıracak birkaç dakikaları varsa, buyursunlar. Zaten genelde düşündüklerimin %10’unu yazıyorum, o yüzden kısa sürecek.
Mağarada duvara resimler çizen insan soyu, kendini birden bankaların, parlamentoların, heyula gibi gökdelenlerin içinde buldu, garip değil mi?
Aradan binlerce yıl geçmiş olması, bu dönüşümün ansızınlığını değiştirmiyor; üstelik zamanın göreceliliği bunca ayyuka çıkmışken. (Ayyuk kelimesinin, gökyüzündeki parlak yıldızlardan birini tarif ettiğini yeni öğrendim. Sürekli kullandığımız, kalıplaşmış deyimlerin kelime anlamını bulmayı seviyorum. Peki bu sizi ilgilendirir mi? Zannetmiyorum.)
Ya her şey bir sanrı ise? Ya o klişe felsefe söylemi doğru ise?
Şu an elimde tuttuğum kalem (evet yazıyı önce defterime yazdım), içindeki 0.7 ucun üretildiği karbon, madeni paralar, koyunlar, çarşaflar, portakal ağaçları, kitap ayraçları, füzeler, Babil’in Asma Bahçeleri, petroller, öpüşmeler, diş dolguları, yalanlarımız, babaannemin anlattığı semaver…Var mıyız gerçekten?
‘Bu fuzuli konuya niye bu kadar tutunuyorum acaba‘ diye düşündüm, sonunda buldum. Galiba içimden, gizli gizli, bu “sanrı” olayına inanmayı arzu ediyorum.
Bütün her şey bir hayalden ibaret olsun, yaşayacağımız esas dünya bu olmasın istiyorum. Haydi biraz da edebi atıfta bulunayım; Can Yücel’in şiiri gibi; “Başka Türlü Bir Şey” diliyorum.
Okurken saçma geliyor, değil mi? Halbuki düşünürken hiç de öyle gelmemişti. Zaten ezelden beri düşündüklerimi hakkıyla aktarmakta zorluk çekmişimdir.
(İşte tam bu noktada, beni tanıyanların bir kısmı, “Yok canım, sen her zaman güzel ifade edersin kafandakileri” derken, hatırı sayılır bir grup da “Ne anlatıyorsun sen, hiç anlamıyoruz” diyecektir.)
Dememiş miydim? İnsanı en yakınındakiler bile tam manasıyla an-la-ya-mı-yor. Beni, bunun aksine inandıracak bir olay henüz vuku bulmadı.
Madem sohbet havasında geçiyor bu yazı, şunu da itiraf edeyim de bitsin bu vasıfsız iç dökme: Öleceğimiz tarihi hiç bilmememize rağmen, ayaklarımızı bu denli sağlam basarak gelecek planlaması yapmamız beni aşırı hayrete düşürüyor.
“Ne yapalım yani, her an yarına çıkmayacakmış gibi mi yaşayalım” diyecek olanlara cevabım yok. (Aslında var ama bütün bildiklerimi paylaşamam.)
Son bir edebiyat, son bir gayretle bu konuyu toparlayan en güzel dizeleri paylaşayım o zaman:
“Kimsenin öldüğü yok,
Yaşadığı da.
Herkes biraz var, o kadar”
Edip Cansever