Category Archives: Biri Kaçamak mı Dedi ?

Gökçeada

Çocukluk yıllarımın yaz dönemlerini Çanakkale’de geçirmiş olmama, hala her sene oradaki dostlarımızı ziyaret etmemize ve şehrin pek çok ilçesini görmüş olmama rağmen, Gökçeada’ya bir türlü denk gelememiştik.

Nihayet güneşli bir Mart hafta sonunda, yavaş şehir (cittaslow) ünvanını almaya hak kazanmış bu güzide adanın havasını solumak kısmet oldu.

Kabatepe iskelesinden başlayan yaklaşık 1.5 saatlik feribot yolculuğundan sonra adaya iniş pek hayal ettiğiniz gibi olmayabilir, zira Çanakkale’nin yeşil-mavi doğasına burada rastlamak mümkün değil. Ada ilk bakışta çorak, çıplak tepelerden oluşan, fazlasıyla boş ve sessiz bir yer gibi gelebilir gözünüze..Zaten eğer hareketli bir tatil beldesi ve gece hayatıysa aradığınız, Gökçeada size göre değil.

Ege Denizi’nin kuzeyindeki Gökçeada, ülkenin en büyük adası olmakla birlikte, sokaklarda kalabalık göremeyeceğiniz, toplu taşımanın da pek yaygın olmadığı bir yer.. Merkezinden başlayayım anlatmaya.. Meşhur Efi Badem Pastanesi’ne illa uğrana, kurabiyesinden alına ve her derde deva el yapımı doğal zeytinyağı kremi denene…Ama en önemlisi; yazarken bile ağzımı sulandıran, mis gibi süt kokan, tazecik “sakızlı muhallebi”den iki-üç tabak yenile..

Ada’da en sevdiğim yerler listesinde birinci sırada tabi ki Yakamoz Meyhanesi… Eski bir Rum köyü olan Yukarı Kaleköy’de, taş bina Yakamoz Motel’e bağlı, müthiş manzaralı, ortasından soba geçen, yıllardır hayalini kurduğum meyhane. Lokum gibi kalamar ve Rum böreği, ağızda dağılan kılıç şiş ve acaip yetenekli keman-klarnet-darbuka üçlüsü. Bir oynuyorum oturduğum yerde, bir gözüm doluyor, çünkü öyle bir çalıyorlar ki klarneti, kemanı, can dayanmaz. Hiç çıkmak istemedim o meyhaneden. Sanki bıraksalar günlerce orada oturabilirdim.

Listemin ikinci sırası; yine Kaleköy’de konuşlanmış Mustafa’nın Kayfesi. Bir kahve insana nasıl bu kadar huzur verir, içini açar, bilmiyorum. Dönüş feribotuna yetişeceğimiz için acele tarafından Dibek kahvesini içtik (güzeldi) fakat tam tadını çıkarmadım oranın telaştan..Bir dahaki gidişimizde meşhur sabah kahvaltısını denemeyi ve uzun uzun karşımızdaki dağ manzarasına bakıp sakinleşmeyi planlıyorum.

 

Mustafa’nın Kayfesi’nin hemen yanında şahane bir sabun atölyesi var. Klasik hikaye; karı-koca İstanbul keşmekeşinden sıkılıp yıllar önce Ada’ya yerleşiyor, acaip sempatik bu atölyeyi kuruyor ve el yapımı sabun, zeytinyağı, kolonya satışına başlıyor. Keçi sütlü sabun ve limon çiçeği kolonyası tavsiye olunur…

Zeytinli Köyü’nün taş evleri ve sokakları arasında dolanmanızı, sevimli kafelerinde sakızlı kahve ve muhallebi denemenizi ve zeytinliklerin arasındaki Rum köyü Tepeköy kahvesinde oturmanızı şiddetle tavsiye ediyorum. Aşağıda kahvenin fotoğrafı var, tam biz gittiğimizde şık şık giyinmiş insanlar kutlama yapıyorlardı, hayırdır dedik, meğer Rumların özel bir günüymüş. Bir keyif şarapları, kahveleri içiyorlardı. Bizi de aralarına aldılar, yarı Türkçe yarı Rumca, sanki yıllardır biz de o köydenmişiz de ahbaplık ediyormuşuz gibi konuşmaya başladık, güldük, eğlendik. Rum aksanını zaten oldu bitti pek severim..Yaşlı amcalar, hoşsohbet teyzeler bize oradaki hayatlarını, torunlarını anlattılar. Böyle sahneler beni niye bu kadar hüzünlendiriyor bilmiyorum. Yazdım aklıma…

Tepeköy kahvesinin biraz aşağısında Barba Yorgo meyhanesi var, lakin sezon açılmadığından buradaki yemek faslını bir sonraki gidişimize bırakmak durumunda kaldık. Ama tabi ki Yorgo Amca’yı bulduk, meyhanin yanındaki arsasında yetiştirdiği üzümlerden yapılma çam sakızı şarabını aldık. Yorgo bize tatlı tatlı yıllardır bu işi yaptığını, kayınpederi Taki’den öğrendiğini anlattı. Hatta Taki’nin 50-60 yıllık şarapları da meyhanenin bir köşesinde sergileniyordu. Onları asla satmazmış Yorgo…

Ada’dan alınabilecek pek çok şey var; Eski Bademli Köyü’ndeki Gökhan’ın Bal Çiftliği’nden bal, merkezdeki Ada Rüzgarı’ndan teneke ve sepet peyniri, dağ kekiği, karadut reçeli ve keçi sütlü sabun ilk aklıma gelenler.

Gökçeada’nın tek dezavantajı, arabasız bu saydıklarımın epey zor yapılacak olması. Başta da belirttiğim gibi; ortalarda minibüs, otobüs pek göremiyorsunuz, taksi de nadir. Saydığım köyler arasında yürüyerek dolaşmak imkansız denebilir. Bu da ziyaretçilere bir hatırlatma olsun…

Sabun Atölyesi

Kefaloz sahilinde denize girip çamur banyosu yapmayı, Barba Yorgo’da sirtaki eşliğinde coşmayı,  Eski Bademli Köyü’ndeki Son Vapur Oteli’nde karadut şurubu içmeyi ve yine Yakamoz’da (bu sefer güneş batmadan) demlenmeyi bekliyorum.

 

Bu gemi ne zamandır burada

Çoktan boşaltmış yükünü

Gece de olmuş, rıhtım da bomboş

Mavi bir suyun düşünü uyutur bir tayfa

Arkada, güvertede

Ah, neresinden baksam sessizlik gene.

 

Yürürüm usuldan, girerim bir meyhaneye

İçerde üç beş kişi

Yalnızlık üç beş kişi

Bir kadeh rakı söylerim kendime

Bir kadeh rakı  daha söylerim kendime

-Söyle be! ne zamandır burda bu gemi

-Denizin değil hüznün üstünde.

 

Belki yarın gidecek

Bir anı gelecek bir başka anının yerine.

 

İnsan bazen ağlamaz mı bakıp bakıp kendine.

Edip Cansever

 

Yorum bırakın

Filed under Biri Kaçamak mı Dedi ?, Enteresan Deneyimler, Gündem Dışı, Tadı Damağımda Kalanlar

Barselona

Gitmeden önce kimle konuşsak “şahane, muhteşem bir yer, ay keşke tekrar gitsek” gibi haykırışlar duyuyorduk. İtiraf edeyim, içten içe biraz çekiniyordum; sanki övüldüğü kadar beğenmeyeceğiz, Barselona efsanesi bizi hafiften hayal kırıklığına uğratacak diye düşünüyordum. Bilakis…Az bile söylemişler. Gidecek olanlara biraz ışık tutabilmesi açısından olabildiğince özetleyerek anlatmaya çalışayım Katalonya maceramızı…

Barselona, İspanya’nın kuzeydoğusunda, 2 milyona yakın nüfuslu, denize sıfır ve uzun sahilli, şiir gibi bir şehir. 4 gün boyunca kilometrelerce yürüdük ve sürekli kafam yukarıda, muhteşem binaların ayrıntılarını incelemeye çalıştım. Elbette ön planda Antoni Gaudi’nin eserleri, La Sagrada Familia, Park Güell, Casa Bottle, Casa Mila ve niceleri. Ama adını çok fazla duymadığımız, Gaudi kadar meşhur olmamış mimarların da şahane yapılarını görmek mümkün. Adettendir, Sagrada Familia ile başlayalım. Merkez konumundaki Plaça de Catalunya meydanına yürüyerek 10-15 dakika mesafede yer alan bu efsane kilisenin yapımına 1882 yılında başlanmış, 1883 yılında Gaudi mimariyi devralmış fakat 1926’da bir tramvay kazasında öldüğü için; inşaat yarım kalmış. Hala yardımlar  ile tamamlanmaya çalışılan heybetli kilisenin yapımının, Gaudi’nin 100. ölüm yıl dönümü olan 2026’da tamamlanması planlanıyormuş.

la-sagrada-familia

sagrada-familia

La Sagrada Familia‘nın etrafında her daim bir turist kalabalığı ve birtakım gösteriler görebilirsiniz. Biz giriş biletlerimizi internet sitesinden -önceden- almadığımız ve sırayı beklemeyi gözümüz yemediği için, içeri girmedik. O güne mi özeldi yoksa her pazar var mı bilmiyorum, ama kilisenin hemen yanında, 3-4 sokak uzunluğunda pek şenlikli bir yerel pazara denk geldik. Bardak bardak İspanyol içkisi Sangria, kazanlarla İspanyol pilavı Paella ve bilimum meyve-kuruyemiş çeşitleri ile gözlerim, midem bayram etti diyebilirim. Denk gelirseniz kaçırmayın.

paella

pazar-yeri

Gelelim Antoni Gaudi’nin ustalık eserlerinden Park Güell‘e.. 1900’lü yılların başlarında, İspanya’nın kalburüstü Güell ailesi için yaptığı bu park, 1923 yılından sonra halkın ve turistlerin ziyaretine açılmış. Mozaik ve camların ne şahane bir görsellik oluşturabileceğine hayran kalmamak elde değil..Meşhur ejderha heykeli, kurabiyeden yapılmış gibi duran evleri ve geniş seyirlik teras/bahçesi ile mutlaka ziyaret edilmesi gereken bir yer.

guell

guell

guell

Barselona’nın en popüler noktalarından biri; Las Ramblas caddesi..Plaça de Catalunya ile başlayan ve yaklaşık 1.5 km sonra sizi deniz kenarına bağlayan, her daim hareketli, turist ve sokak satıcıları kalabalığından zorlanarak yürüyeceğiniz bir bulvar. Her tarafı kafe, restoran ve dükkan dolu olan bu caddenin fazla turistik olduğunu ve yeme-içme için çok da avantajlı olmadığını belirtmekte fayda var. Ama bu caddenin üzerinde bir sabit pazar var ki, işte orada kendinizi kaybetmeniz mümkündür diyeyim ve akla gelebilecek her türlü deniz ürününün, şarküterinin, meyvenin hem satın alınabildiği hem de oracıkta denenebildiği muhteşem La Boqueria Mercat fotoğrafları ile sizi başbaşa bırakayım 🙂 (Not: La Boqueria, pazar günleri kapalı, diğer günlerse 17.00’ye kadar açık)

1 2

3

4

5

6

7

8

İspanya’nın yemek kültüründe çok önemli bir yer tutan Tapas, yani bizim dilimizce Meze restoranları adım başı karşınıza çıkıyor. Tavsiyeler üzerine gittiğimiz iki restoran var; Ciutat Comdal (Ciudad Condal diye de yazılıyor) ve CalPep. Ciutat Comdal, Plaça de Catalunya’ya çok yakın, köşe noktada konuşlanmış ve saat 20.00’den sonra kapısında onlarca kişinin kuyruk beklediği şahane bir yer. Biz “Assorted Tapas” adlı seçmece 5’li meze tabağı, yarım litrelik sürahi Sangria, efsane bir kalamar, “Patatas Bravas” adlı küp patates kızartmalarından aldık, epeyce doyduk ve İstanbul ile kıyaslayınca oldukça aşağılarda kalan bir mertebede hesap ödedik. Ziyafetin belgesi aşağıda 🙂

ciutat-comdal

CalPep adlı lokanta oldukça enteresan, Barselona’nın en sevdiğim bölgesi olan El Born’da yer alan bu ufacık tefecik restoranın barında oturabilmek için yarım saat sıra bekledik. Arka kısımda yer alan masalı bölüme geçmek imkansız, sanırım haftalar öncesinden yer ayırtmak gerekiyor…O kadar ekabirler ki, sadece akşamları 19.30-23.30 arası hizmet veriyorlar..Yanlış hatırlamıyorsam burası da pazarları kapalı..Girişte “dünyanın en iyi 50 lokantası” arasında bulunduğunu gösteren bir belge de mevcut.

20161015_210226 calpep

CalPep

Gaudi’nin şahane eserleri, Casa Bottle ve Casa Mila‘yı sadece dışarıdan fotoğraflayabildik; fakat bu bile ilginçliğini anlamamıza yetti. Bu binalar birbirine çok yakın ve sosyete caddesi Plaza de Grazia’da yer alıyorlar. (Bu arada alışveriş meraklıları için Plaza de Grazia bir nimet, aklınıza gelebilecek her türlü lüks marka bu caddede mevcut. Kişisel ilgisizliğimden dolayı hiçbirine girmedim, o yüzden içerikleri ile ilgili yorum yapamıyorum.) Casa Bottle (üstteki) ve Casa Mila fotoğraflarını aşağıda görebilirsiniz :

casa-bottle

casa-mila

Las Ramblas caddesini bitirdiğinizde, upuzun, rahatlatıcı sahil şeridine varıyorsunuz.  La Barceloneta adlı plaj bölgesinde, güzel bir kumsal ve çeşit çeşit lokanta arasında gezebilirsiniz. Sahile çıktığınız noktadan yaklaşık 1 km sağa doğru yürürseniz, Kristof Kolomb’un Amerika’ya yaptığı ilk sefere atfen yapılmış heykelini görebilirsiniz. (Bu heykelin turistik ve tarihi açıdan önemli olduğunu not düşeyim.Biz hakkını pek veremedik, zira buraya ulaştığımız esnada yürümekten kendimi kaybetmiş durumdaydım -19 km-, şöyle bir baktım, biraz fotoğraf çektim ve pert halde yanındaki banklara kendimi bıraktım)

kristof-kolomb

Son gecemizi Las Ramblas’ın Museu D’art Contemporani’ye çıkan ara sokaklarından birinde, şık ve tarz Gats adlı restoranda deniz mahsullü Paella yiyerek taçlandırdık, oldukça lezzetliydi.

Değinmeden geçmeyeyim; Plaça de Catalunya yakınlarında 1929’dan kalma “Mauri” adlı bir pastane var, muhteşem. (Bayılıyorum ben böyle eski pastanelere) Başdöndürücü pastalar ve envai çeşit minik sandviçin yer aldığı vitrin mutluluk veren cinsten. (Bu arada Barcelona’da hatrı sayılır bir sandviç kültürü olduğundan bahsetmek lazım, dolaşırken açlığınızı bastırmak için etraftaki kafelerden “İspanyol omletli sandviç” deneyebilirsiniz.)

Kalp atışlarımı hızlandıran bir başka dükkan: Torrons Artesans Vicens…Casa Mila’nın hemen altında, tesadüfen keşfettiğimiz, 1775’ten beri varolan bir marka. Heyecandan fotoğraf çekememişim, ama buradan bilgi edinebilirsiniz. Çeşit çeşit badem ezmeleri, marzipan, nugat, çikolata ve helva türü ürün, mide ve gözlere bayram ettirmek için raflarda kuzu gibi yatıyor…Meraklıysanız, mutlaka görülesi…

Biz şehir merkezine 6-7 km mesafedeki La Meridiana İbis Hotel’de konakladık ve gayet memnun kaldık. Standart İbis özelliklerinde, metroya ve otobüs durağına yakın, sessiz sakin bir otel burası. Merkezde kalmak isterseniz, buranın yaklaşık 2 katı civarında bir meblağı gözden çıkarmanız gerekir. (Tabi hostel veya pansiyon tercih edilmesi durumunda, çok daha hesaplı olması mümkün)

Barselona için anlatacak, önerecek o kadar yer var ki…Müze ve sanat gezilerine ilginiz varsa; El Born Centre de Cultura i Memoria, yine El Born’un daracık, sempatik ara sokaklarında yer alan Picasso Müzesi, Museu D’art Contemporani önerebileceğim, şehrin göbeğindeki sanat merkezleri arasında..Bu arada, El Born bölgesinin hemen yakınında yer alan eski şehir Barri Gotic; bir dolu kafe, hediyelik eşya dükkanı ve şahane mimari yapılara ev sahipliği yapıyor, burası da mutlaka ziyaret edilmeli.

Gitmeyi isteyip de vakit yetiştiremediğimiz, aklımızın kaldığı yerler arasında; Nou Camp Stadyumu, Miro Parkı, teleferikle ulaşabileceğiniz Montjuik Tepesi ve Çikolata Müzesi var.

Sanat, tarih ve yeme-içme üssü olarak nitelendirebileceğim Barselona, benim aklımda “rüya şehir” olarak yerini aldı. Gönül rahatlığıyla tavsiye ederim…İyi gezmeler…

Yorum bırakın

Filed under Biri Kaçamak mı Dedi ?, Gündem Dışı, Kültür-Sanat, Tadı Damağımda Kalanlar

İspendek

Vazgeçtim..Bu sefer kötü gündemle iç karartmak yok…En sevdiğim ayın yazısını yazarken; güzelliklerden, bayramdan seyrandan, rakıdan, börülceden, denizdeki akıntıdan, TSM’den bahsedesim var.

Bayram tatilini bahane edip düştük yollara, rota yarım yamalak, hafif belirsiz, tam sevdiğim gibi. Karaburun’un tehditkar akıntılı deniziyle başladık güne..Sevdiğimiz dostlar yanımızda, uzağız pis gündemden, burnumda deniz kokusu, elimde kahve, kafam keyiften güzel bir lokma bile içmeden…

Bol muhabbetli 2 günün en lezzetli kısmını anlatmak istiyorum. Hiç aklımızda yokken, şahane bir lokanta keşfettik uzaklarda, Selimpaşa sahilinde..Adı İspendek…Levreğin küçüğüne denirmiş, ben de yeni öğrendim.

O kadar huzurlu, sakin bir lokanta ki.. Balıkçıların en sevdiğim kısmı olan mezelerle başlıyoruz merasime; deniz börülcesi, patlıcan,  karides, kalamar..Tam sevdiğim gibi..Rakılar kadehte, sohbet gırla. Ardından alevler içinde palamut geliyor sofranın tam ortasına, pamuk…

ispendek-1

Meyveler, çaylar, kahveler derken; dondurmalı çikolata sufle ve fırında helva ile taçlandırıyoruz geceyi. Rahatımız o kadar yerinde ki, 5 saat boyunca masadan kalkmıyoruz..Hem de bir sonraki durağımızın neresi olacağını bile belirlemeden..Yine tam sevdiğimden..

Ödediğimiz hesap İstanbul’daki aynı ayar mekanlardan elbette bir miktar aşağıda, ama çok da uzak mertebede değil. Fakat lezzet, servis ve işletme kalitesini göz önünde bulundurursak, gayet makul diyebilirim.

Dümeni Silivri, Çatalca taraflarına kırarsanız, gönül rahatlığıyla tavsiye edebilirim İspendek’i. Biz pek beğendik, yolumuzu tekrardan Selimpaşa tarafına düşürmeyi, aynı masada sohbet etmeyi, Karaburun’da müthiş manzaralı, uçurumlu denizin önünde kahveleri içmeyi hayal ediyoruz…

… …. ….. …… ……. …….. ………

Fazla ciddiye almayın bu hayatı, nasıl olsa içinden canlı çıkamayacaksınız” demiş ya Necip Fazıl.. Ne melankolik, ne mayhoş bir cümle. Nazım Hikmet’in “Yaşamak şakaya gelmez, büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın” dizesiyle arka arkaya okuyunca katmerleniyor, iyice allak bullak ediyor aklımı.

Kendimden, içimden anlatasım var çok..Ama hiç kolay değil, üstelik fonda “Kimseye etmem şikayet” çalarken pek zahmetli, hatta tehlikeli..Çünkü elin kayar, aklın kaçar…İnsan beşer, elbet şaşar…İpe sapa gelmez yazmaya başlarsın, toplayamazsın da ardını bir daha. Kadehi önce diğer kadehe, sonra masaya vurup kafama dikesim var. Ama yapmıyorum..Dokunuyor…Neden masaya vururlarmış rakı kadehini ? Çünkü içindekinin insanın 5 duyusuna da hitap etmesi gerekirmiş..Görüyorsun, kokluyorsun, elinde tutuyorsun ve tadıyorsun..Bir tek tınısını duyman eksik..Hah işte o yüzden “şerefe” derken kadeh tokuşturuluyormuş. Neden şerefe denirmiş demlenirken ? Masada olan biten her şeyin orada kalacağına dair şeref sözü verilirmiş..

Kendimi Aydın Boysan gibi hissediyorum doktor, normal mi acaba gecenin bu vaktinde ?

Hem sen boşuna benimle uğraşma doktor…Do diyezden giriyorum ben bu gece hicaza…Ne çok severdim bir zamanlar, hüzzam ile birlikte. Yeniden başlayacağım, babamın hatrına..Kısmet…

… …. ….. …… ……. …….. ………

 

 

 

 

Yorum bırakın

Filed under Biri Kaçamak mı Dedi ?, Gündem Dışı, içimden geldiği gibi

Bahar

Son zamanlarda hep iç karartıcı, gündeme yönelik yazılar yazmak geliyordu içimden, hatta çoğu kez yazmak bile istemiyordum. Ama bahar geldi, keyif verici enstantaneleri anlatmak gerek belki de, kafa boşaltmalık, uzaklaşmalık.

Öncelikle; İstanbul’dan çıkmadan farklı bir şehre, hatta köye gitmiş hissi yaratan Anadolu Kavağı’ndan bahsedeyim biraz..Kavacık’tan Beykoz yoluna girip -tabelaları takip ederek- yaklaşık 15 km ilerleyince, insanın gözünü-gönlünü açan manzaralarla karşılaşacaksınız. Doğu Roma zamanından kalma Yoros Kalesi yakınında bulunan Yoros Kahvesi; bir şeyler içip hülyalara dalmak ve boğazı farklı bir açıdan seyretmek için biçilmiş kaftan. Türbe ziyareti yapmak isteyenler de leb-i derya manzarasıyla Yuşa Tepesi’ni ziyaret edebilirler.

kavak.. kavak. kavak

 

Anadolu Kavağı’nın etrafında bulunan Poyrazköy ve Akbaba Köyü’nde balık yiyebilir, köy sokaklarında keçiler, koyunlar arasında dolaşabilir ve temiz havadan çarpılabilirsiniz. Mis gibi ağaç, çiçek ve balık kokuları arasında, İstanbul’un pis havasından ve kargaşasından uzakta huzur garantili bir gün geçirebilirsiniz. Eğer şehirden fazla uzaklaşamıyorsanız, Anadolu Kavağı ve civarındaki köyleri mutlaka tavsiye ederim.

Kavak...

Gelelim son zamanların en sevdiğim keşfine. Etiler’in arka sokaklarında yer alan ve zaman zaman eylemleri, olaylarıyla gündeme gelen Armutlu bölgesinde küçücük, tefecik bir meyhane: 70’lik.

Uzun zamandır kulağımıza çalınan, hiçbir yerde reklamını, adını duymadığımız bir yerdi 70’lik Meyhane. Sahibi, yıllarca turizmcilik yaptıktan sonra, mezelerini, yemeklerini bizzat yaptığı, eşinin dostunun, müdavimlerinin geldiği, sempatik, butik bir meyhane açma düşüncesiyle ortaya çıkarmış burayı. Her daim dolu, özellikle cuma-cumartesileri için önceden rezervasyon yapmak şart, zira mekan zaten ufak ve haliyle çok masa yok. Pek çok meze denedik, hepsi de çok lezzetliydi. Daha önce hiçbir yerde görmediğim, sevdiğim bir detay mevcut; rakıyı sipariş ettiniz, içtiniz içtiniz fakat diyelim ki fazla geldi. Hemen şişenin üzerine adınızı yazıyorlar ve rakıların durduğu rafa kaldırıyorlar, bir dahaki gelişinizde aynı şişeden demlenebilmeniz için. Muhabbet güzel, rahatsız eden yok, müzik tam meyhanelere has, inceden sanat müziği. Fiyatlar ise benzeri lokantalarla üç aşağı beş yukarı aynı, hatta biraz daha altında. Uzun sohbet, lezzetli yemek, misafirperverlik ve müşteriyi memnun etmek için uğraşan çalışanlar var..Daha ne isteriz ?

70

70lik

 

70lik.

Yorum bırakın

Filed under Biri Kaçamak mı Dedi ?, Gündem Dışı, Mutluluğun Tarifi : Yemek, Yemek

Belgrad

Uzun bir aradan sonra ülke sınırları dışına çıkmışken ve üstelik bu seyehatten pek memnun kalmışken, yazmamak olmazdı. Bu yazının konusu Sırbistan’ın başkenti Belgrad…

Biz seyahate gitmeden önce bloglardaki Belgrad yazılarından epey faydalandığımız için, ben de elimden geldiğince tasvir etmeye çalışacağım.

Hotel PalaceHerhangi bir tura bağlı kalmadan gitmeyi sevdiğimiz için, gezi planını kendimiz yapalım istedik ve merkeze yakınlık kriterini baz alarak, Hotel Palace’ı seçtik. Burası 1923’te açılmış, dolayısıyla her konuda pek tecrübeli ve yardımcılar. Konumu muhteşem, Belgrad’ın kalbi olan Knez Mihailova caddesinin dibinde.. Kahvaltı gayet yeterli.Odalar temiz, pak ve sade fakat lüks beklentiniz varsa hayal kırıklığına uğrayabilirsiniz. Bizim öyle bir isteğimiz olmadığından, pek memnun kaldık.  Otelin kapısından çıkar çıkmaz, sağda pek şık bir restoran var, ismi Supermarket Deli..Günün her saati kalabalık, yemekler İstanbul’daki benzerlerine kıyasla makul ve üstelik çok lezzetli..

Yukarıda bahsettiğim Knez Mihailova caddesi (gitmeden önce okuduğumuz bloglarda da yazdığı gibi) İstiklal ve Bağdat caddelerinin güzel bir karışımı..Her dem kalabalık, hareketli, bolca kafe-restoran ve galeri mevcut. Knez MihailovaSenfoni orkestrasından hallice grupların sokak konserleri de var, break dans ile izleyenleri coşturanlar da..Sırbistan’ın para birimi Dinar ve 1 Euro yaklaşık 120 Dinar’a denk geliyor. Knez Mihailova’nın civcivli ve sempatik kafelerine bira ya da kahve içmeye oturduğumuzda, gelen hesaba her seferinde şaşırıyoruz. Koca koca biralar 120-200 Dinar arasında, kahveler deseniz keza. Kaldığımız 3 gün boyunca sürekli “İstanbul’da bunu yesen/içsen şu kadar tutar, amma ucuz burası ya” sohbetini yapmadan sofralardan kalkmamaya özen gösteriyoruz.

Belgrad’ın en beğendiğim yerlerinden birinde sıra; Skadarlija, yani Bohemian Quarter. Burası bizim Kumkapı gibi (Yurt dışındaki yerlere “aynı bizdeki x” demek  sadece bize özgü bir hastalık mı acaba?). Arnavut kaldırımlı bir yol düşünün, sağlı sollu her tarafı acaip sempatik kafeler, meyhanelerle dolu. Kulağınızda akordeon ve kontrbas melodileri, huzur içinde yiyip içiyorsunuz..

IMG-20150802-01002 IMG-20150802-01001

Belgrad’ın enteresan yerlerinden biri de Ada Ciganlija. Sava Nehri’nde yüzmek, sahilde sıralanmış onlarca kafede keyif yapmak ve deniz bisikletine binip yorgunluk atmak isterseniz, burayı ziyaret edin. Köprünün Yeni Şehir tarafında kalan bu suni plaja şehir merkezinden bir otobüsle 10 dakikada ulaşabilmek mümkün.

IMG-20150803-01040 IMG-20150803-01042

Şehrin önemli simgelerinden biri, aynı zamanda havaalanına da ismini veren kişi; tabi ki Nikola Tesla. Haklı bir gururla turistik birçok öğede Tesla’yı kullanmış Sırplar. Fakat buna rağmen Nikola Tesla müzesini bulmak için epey sormak ve yürümek durumunda kaldığımızı da belirtmek isterim.  Deneyleri uygulayan ve anlatan rehberin turuna yetişemediğimiz için sadece içeriyi turladık, bu sebeple anlatım saatlerini öğrenip gitmekte fayda var, tabi bilime ilgi duyuyorsanız.

IMG-20150802-00990 IMG-20150802-00995

Belgrad’ın mihenk taşlarından Kalemegdan’ın, Osmanlı içerikli tarihçesi hakkında buradan fikir edinebilirsiniz. Biz Kalemegdan’ı gezerken, gelin, damat ve kalabalık bir davetli grubu Sırp bayrağı eşliğinde fotoğraf çektiriyordu. Buranın manzarası çok etkileyici, Sava Nehri’ne karşı oturup bir şeyler içebilirsiniz.

Kalemegdan

Meşhur yemekleri Cevapcici’yi denemek için Manufaktura adında bir lokantayı seçtik. Yemekleri, dekorasyonu, servisi o kadar hoştu ki, gönül rahatlığıyla tavsiye edebilirim. Knez Mihailova’ya pek yakın olan bu mekanda Cevapcici’yi, yerel Balkan lezzetlerini ve Sırp şaraplarını deneyebilirsiniz.

IMG-20150803-01062

IMG-20150803-01052

Türkiye’den vizesiz olarak gidilebilen, açık hava müzesi niteliğinde, cıvıl cıvıl kafe ve restoranlarla dolu Belgrad bize çok keyif verdi. İnsanlar misafirperver, neşeli, gece geç saatlere kadar hareketli bir yer Belgrad. Biz genel olarak hep Eski Şehir kısmındaydık, bu anlattığım yerler de (Ada hariç) bu bölgede yer alıyor. Yeni Şehir tarafını pek gezemediğimiz için orayla ilgili bir yorum yapamıyorum. Eski Şehir’deki gezintilerimizin çoğunu yürüyerek yaptık, otobüse/taksiye pek ihtiyaç duymadık. Hem zaten yurt dışı seyahatlerin şanından değil midir sokakları arşınlayarak gezmek…

Gitmeden önce okuduğumuz bloglarda taksilerin pek tekin olmadığına dair bilgi edinmiştik, sadece Pink yazanları öneriyordu gezenler. Biz de taksi kullandığımızda bu tavsiyeye uyduk ve hiçbir sorun yaşamadık.

İyi gezmeler 🙂

IMG-20150803-01043 IMG-20150803-01051 IMG-20150802-00970 IMG-20150802-00968

Notlar

1- Otelin fotoğrafını çekmemişim, yazının başındaki görseli http://www.panacomp.net adresinden aldım.

2-Knez Mihailova fotoğrafı pl.wikipedia.org adresinden…

3- Kalemegdan fotoğrafı ise http://www.eurobelgrade2015.org sitesinden…

4- Nikola Tesla müzesini ararken, parlamento ve eski posta binalarına yakın bir yerde aşağıdaki pastaneyi keşfettik. Burası 1851’de açılmış şahane bir kafe. Okunuşunu bilemiyorum, o yüzden ismini içeren fotoğrafı koyuyorum. Ayrıca burada ve diğer bazı kafelerde menüde ‘Turska Kafa‘ göreceksiniz, şaşırmayın. Fena da yapmıyorlar hani bizim kahveyi cezvede:) IMG-20150802-00972 IMG-20150802-00976 IMG-20150802-00973

2 Yorum

Filed under Biri Kaçamak mı Dedi ?, Tadı Damağımda Kalanlar

Tatil Keşfi: Marmara Adası

30 yıldır Erdek’e giden biri olarak; Marmara Adası’nı bir kere bile görmemiş/merak etmemiş olmama mı şaşırayım, bu kadar keyif veren bir yer olmasına rağmen halen bozulmamış olmasına  mı bilemedim…

Hala tatile çıkamayan azınlık olarak; hafta sonu için Marmara Adası’na firar etmeye, deniz suyu ve kum ile temas etmeye karar verdiğimizde, bizi bu kadar güzel bir yerin beklediğini tahmin etmiyorduk. Konaklayacağımız yere eşyaları attıktan sonra, başladık yürüyerek adayı arşınlamaya..İlk öneriler, Mestanağa ve Manastır koyları idi. Sorduğumuz tüm adalılar “yani yürümesi biraz zor, asfalta çıkmanız lazım, ama gençsiniz yürürsünüz” türünden cevaplar verdiğinden; 10 dakika sonra Mestanağa’ya varınca şaşkınlıkla gülümsedik..Uzak dedikleri yer, İstanbul kaosu için devede kulak, kısa mesafe bir yerdi. Üstelik yürürken gördüğümüz manzara şahaneydi, yamacın aşağısında pırıl pırıl bir deniz, yukarısında kayalar, ağaçlar..

Mestanaga

marmara adası

 

 

 

 

 

 

 

 

Deniz hasretimizi fazlasıyla gideren Mestanağa plajını öyle sevdik ki, ertesi gün de burada denize girdik. Ününü duymuş olduğumuz Manastır ve Aba koylarına gitmedik. Mestanağa koyunda bulunan tek tesis, bir çift tarafından işletilen sempatik kafe.. Ne yediysek, ne içtiysek hepsi çok lezzetli. Herkes keyifli, sakin, dingin ve huzurlu…

Tavsiye üzerine gittiğimiz Birol Balık’a da ayrıca bir paragraf ayırmam şart. Şahane servis, lezzetli, taptaze mezeler, misafirperverlik ve uygun fiyatlar..Kalkarken “boşuna yer beklememişiz” diye geçiriyorum içimden…

Hani vardır ya “Yapmadan Dönmeyin” listeleri, ben de Marmara Adası için kendime bir şeyler belirledim :

1-Mestanağa plajında yüzün, kafede limonatanızı içerken huzurun tadını çıkarın.

2-Taş evlerin arasında kaybola kaybola yürüyüş yapın, adanın yukarılarına çıkın.

3- Birol Balık’ta kalamar ve köpoğlu yiyin.

4-İskeledeki Tadım Dondurma’ya kesinlikle uğrayın, zerdali, limon, karadut ve çikolataya doyun

5- Çay bahçelerinden birinde ada çayı için. Tavla oynayıp yazlıkçılığın tadını çıkarın. Koruk suyu için.

Bu saydıklarım ilginizi çekiyorsa, İstanbul’dan feribot ile 2.5 saatte ulaşılan bu güzelim “Mermer Adası’nı” ziyaret edin..

İyi gezmeler…

4 Yorum

Filed under Biri Kaçamak mı Dedi ?, Gündem Dışı

Edirne

Haftalar önce yaptığımız Edirne seyahatini anlatma vakti geldi de geçiyor. O kadar keyif aldığım bir gezi oldu ki, bunca zaman sonra bile dün gibi aklımda Selimiye’nin ihtişamlı yapısı, pamuk ciğerin ağzımda dağılışı ve Meriç kıyıları.. Her zamanki gibi bir gün önceden yapılan doğaçlama plan ile başladı heyecanımız. Cumartesi öğlen Esenler’den 15.00 otobüsüne atladıktan yaklaşık 2.5 saat sonra Edirne’ye vardık ve kalacak yeri henüz ayarlamamış olduğumuzdan; elimizde minik çantamız ile Selimiye’nin yolunu tuttuk.. Öncelikle turistlik vazifelerimizi yerine getirecek; görülmesi gereken tarihi yerleri gezecek ve sonra kendimizi günün akışına bırakacaktık. IMG-20140419-00250 Selimiye Camii;, ihtişamı, mimarisi, mermerinde saklı ters lalesi ve dinginliği ile olduğu kadar, huzur dolu, geniş bahçesi ve yeşillikleri ile de beni kendine hayran bıraktı. Kardan adamı bile doğru dürüst yapamazken; nice zaman önce böyle harika ve zeka dolu yapıların inşa edilmesi bana halen çok inanılmaz geliyor. Birbirimize aynı şeyi soruyoruz çoğu kez : “Bunları nasıl düşünülüyor, tasarlanıyor ve yapılıyor ? ” Yapıların güzelliğine ve vakurluğuna şaşırmayı bir kenara bırakıyoruz ve acıkan karnımızı mutlu etmek için merkeze doğru yürümeye başlıyoruz. Girdiğimiz şarap dükkanında Edirne’nin meşhur Hardaliye içeceği ile tanışıyoruz. Şarapçı aynı zamanda hardaliyenin de üreticisi olduğunu anlatıyor ve hardal tohumu ile üzüm karışımı bu değişik içeceği tattırıyor. Birkaç şişe alıp bu esnaftan turistik olmayan yerel lezzet noktalarını öğreniyoruz. Hiç bekletmeden merkeze çok yakın Nusret Usta’nın (Çiçek Ciğer) yolunu tutuyoruz. Edirne ciğerine mesafeli durmamın ne kadar hatalı olduğunu ilk ısırıkta anlıyorum, zira bu bir ciğer değil pamuk. Tadımlık ciğer faslından sonra Köfteci Osman’a girip biraz da lezzetli köfteden nasipleniyoruz. Burada da ciğer deniyoruz, ancak Çiçek Ciğer’dekine pek benzemiyor; yine lezzetli ama bir pamuk değil. Meşhur Trileçe tatlısı ile son noktayı koyduktan sonra, kalacak bir yer bulup eşyalarımızdan kurtuluyoruz. Minibüsle Edirne Karaağaç bölgesine geçip, Meriç kıyısındaki güzelliği seyrediyoruz. Aniden karşımıza çıkan Trakya Üniversitesi’nin şahane kampüsüne hayran kalıyoruz, huzur dolu kafelerinden birinde kahvemizi içip, otelimize dönüyoruz. Mutlaka gezilmesi gereken bir yer daha var; Sultan 2. Bayezid Külliyesi Sağlık Müzesi.  Burası 15. yüzyıldan beri külliyenin içinde yer almakta olup, 400 yıl boyunca hastalara şifa olmuş, sonraları ise yalnızca ruh ve sinir hastalıkları hastanesi olarak hizmet vermiş.  1997’den beri müze olarak ziyaret edilen bu külliyenin oldukça enteresan ve gezilmeye değer olduğunu belirtmekte fayda var.   Sağlık Sağlık Müzesi     O dönemde kullanılan ilaç ve sağlık gereçlerinin sergilendiği alanlar ilginç; ama en enteresanı eski tedavi yöntemlerinin balmumu heykelleri ile anlatıldığı odacıklar. Kimi odayı gezerken gözlerimin dolmasına mani olamadım. Müze sonrası midemizi mesut etmeye geldi sıra; Ciğerci Niyazi’de 15 dakika kuyrukta beklemenin ardından; yine pamuk gibi, ağızda dağılan bir tabak ile damağımızı şenlendiriyoruz.  Edirne’de en çok yediğimiz 2. besin ne miydi ? Tabi ki kendimizi alamadığımız şahane badem ezmesi. Ama bilinen isimlerin aksine, yine o şarapçımızdan öğrendiğimiz yerel bir adresten alıyoruz badem ezmelerimizi: 1937’den kalma Sayınbaş bademcisi. Dükkan sahibinden bu ezmelerin yalnızca badem ve şekerden yapıldığı, katkı maddesi olmadığı bilgisini alıyoruz ve badem ezmelerimizin tadını çıkarıyoruz. Edirne’den İstanbul’a getirdiğimiz bir diğer lezzet ise benim yeni öğrendiğim Deva-ı Misk Helvası. Bu helva Osmanlı zamanında şeker ve 40 çeşit baharatın kaynatılmasıyla yapılıyormuş ve hastalıklara şifa bulduruyormuş.  Bu da mutlaka not düşülmesi gereken lezzetlerden biriydi. Edirne; tarihi ve görülmeye değer yerleri, lezzetleri, nehir kenarındaki huzur veren mekanları ile beni pek mutlu eden bir şehir oldu. İstanbul’a yakın bir yerlere kaçıp nefes almak istiyorsanız, tavsiye olunur. İyi Gezmeler… Not :  Ülke ve dünya gündemindeki ürkütücü gelişmeleri yazacaktım yine, ama içimden gelmedi bu kez. Kelimelerimin kifayeti tükendi sanırım.  … “Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalimize” …

1 Yorum

Filed under Biri Kaçamak mı Dedi ?, Gündem Dışı

İstanbul’dan kaçış

Kısa, doğaçlama, plansız ve yakın tatilleri daha çok seviyorum ben…Aylar önceden program yapılan, yer ayarlanan ve tarihi belirlenen tatiller sanki daha zevksiz, lezzetsiz oluyor; aynı tadı vermiyor. Kalacak yeri bile ayarlamadan, o anda karar verilip çıkılan yolculuklar, sanki felekten birkaç gün çalmışız gibi hissettiriyor bana…

İşte bu düşünceden hareketle, bir cumartesi sabahı evin önünden bindik otobüse, ver elini Kabataş. Yer bulma problemi sebebiyle 1 gece önce aldığımız deniz otobüsü biletleri cebimizde, tuttuk Mudanya’nın yolunu. 1 saat 15 dakika süren yolculuk sonrasında vardık şirin Bursa ilçesine.  Nisan ayında olmamıza rağmen akın akın yürüyen insan kalabalığı şaşırtıyor bizi önce, fakat hemen uyum sağlıyoruz ve yürüyerek Mütareke binasını, eski tren garından dönüştürülerek yapılan oteli ve ara sokakları gezmeye koyuluyoruz.

Mütareke Binası

Mütareke Binası

Mudanya

 

 

 

 

 

 

 

 

Ara sokakların içinde gördüğümüz şirin konaklardan birine yerleşip, sahili boydan boya yürüyüp temiz hava ve iyot kokusunun keyfine varıyoruz. Sahilin karmaşasından uzakta, deniz kenarının ücra bir köşesinde gördüğümüz mavi sandalyeli, kutu gibi bir balıkçıda soluklanıp kahvelerimizi yudumluyoruz çarşaf gibi denize bakarken…

Yıllardır duyduğumuz Trilye efsanesine bu kadar yaklaşmışken, balığı Mudanya’da yemek olmaz, o yüzden toparlanıp ilk bulduğumuz minibüsle meşhur balıkçı kasabasının yolunu tutuyoruz…

Trilye, yeni adıyla Zeytinbağı insana muazzam huzur veren, doğası şahane bir kasaba. Mudanya’dan minibüsle 15 dakikada ulaşılabiliyor, fakat henüz yaz sezonu açılmadığından; dönüş saatimizde araçlar bitmişti, bu yüzden taksi ile döndük.

Trilye

Oraya vardığımızda karanlık olması sebebiyle, doğal güzelliklerini tam manasıyla görememiş olsak da, sahilindeki lokantaların birinde balık yemek, tenha sokaklarında dolaşıp eski, tarihi evleri seyretmek, köy kahvesinde oturup gelene geçene bakan köy ahalisinin önünden geçip, sanki alıcıymış gibi emlakçının önünde durup evlerin fiyatlarına bakmak ve buradan bir ev alıp kafamıza esince gelerekkeyif yapmanın hayalini kurmak, sahildeki incik-boncukculardan bir iki hatıra almak ve İstanbul’u hiç düşünmeden streslerimizden arınmak pek keyifliydi.

 

Trilye’nin İstanbullular tarafından neden bu kadar sevildiğini anlamak zor değil; zira arabanız yoksa bile ulaşımı oldukça rahat, balıkları güzel ve İstanbul’un benzer lokantalarına göre uygun fiyatları var, havası, doğası, sessizliği huzur verici…

Sözün özü; İstanbul’dan kaçmak, ferahlamak, huzur bulmak istiyor, fakat uzun yollara gitmeye üşeniyorsanız, Mudanya-Trilye rotası tavsiyemdir… Hepinize keyifli gezmeler…

Trilye sahilindeki balık lokantaları

Trilye sahilindeki balık lokantaları

Not: Mütareke binası ve Mudanya sokaklarına ait fotoğrafları ben çektim, ancak Trilye ile ilgili 2 fotoğrafı http://www.zeytinbagi.bel.tr sitesinden aldım.

 

Yorum bırakın

Filed under Biri Kaçamak mı Dedi ?

Güney Turu

Ne zamandır yazmak isteyip de fırsat ve güç bulamadığım dönemlerden biri…Farkettim ki; Cumhuriyet Bayramımızı, ülkeye dair gözlemlerimi, kutlama esnasındaki hislerimi yazmamışım. 90. yılını idrak ettiğimiz cumhuriyetin gerçekten hakkının verildiği, demokrasinin klişe bir kelime olmaktan çıkıp, tam manasıyla yürürlükte olduğu, ‘polislik’ kisvesi altında insanları döven, öldüren, gençlerin gözünü oyan canavarların, 10 Kasım’da Mustafa Kemal Atatürk’e hakaret etmeye cesaret edenler ile halka ‘gavat’ demeye cüret edenlerin gerekli cezayı aldığı bir ülke temenni ediyorum ve güzel şeylerden bahsetmek için, gezi yazıma başlıyorum…

Kuzenimin düğünü vesilesiyle yarı memleketim İskenderun’a yolumuz düştü geçen hafta..Ailece bir arada olmayı ne kadar özlemişim; birlikte uzun sofralara oturmak, gülerek, bağıra çağıra sohbet etmek, doya doya hasret gidermek için neden bu kadar bekliyoruz bilemiyorum.. Ayrı şehirlerde olunca bir araya gelmek pek kolay olmuyor, hele belli yaşları geçtikten ve anneanne-dede kuşağı vefat ettikten sonra…

Daha önce Antakya ve İskenderun gezimden bahsetmiş, gittiğimiz yerleri yazmıştım. (bkz. Antakya yazısı) Bu kez rotamıza farklı yerleri de ekledik ve Antakya’nın meşhur Harbiye bölgesine uğradık. Aşağıdaki manzara eşliğinde, Kervan lokantasında  yediğimiz humus ve yoğurtlu patlıcanı, yanında gelen sıcacık pidenin lezzetini nasıl tasvir edeyim, bilemiyorum. (Çekmeyi unuttuğum için aşağıdaki fotoğrafı tripadvisor.com.au sitesinden aldım)

HarbiyeBu bölgede, Antakya’nın meşhur ipekçilerinin de bulundu caddeyi ve dükkanları gezmeniz, şelaleye karşı lezzet patlaması yaşamanız mümkün.

Antakya’nın Uzun Çarşı’sı malum, gezmeden dönmek olmaz. Ama yolunuz düşerse mutlaka eski bir sabun fabrikası olan Savon Otel‘e uğrayın, daracık sokaklar arasında gezinin, evlerin arasında konuşlanmış ufacık kiliseleri görün, Affan Kahvesi‘nin arka avlusunda Haytalı tatlısını yiyin ve duvarında asılı olan “Haytalı asla Bici Bici değildir” yazısını okuyun, süvari denen ve çay bardağında gelen Antakya kahvesini için, Uzunçarşı’nın içindeki Çınaraltı’nda Yusuf Amca’nın künefesini yiyin ve kendinizi Antakya’nın etkileyici yöreselliğine teslim edin.

(Not: Uzunçarşı’daki Pöç Kasabı’na uğrayıp, aşağıdaki tepsi kebabını yanında ayranı ile birlikte yemeyi ihmal etmeyin) (Fotoğrafı Pöç Kasabı‘nın sitesinden aldım)

pockasabi

Gelelim Kahramanmaraş turumuza.. Sadece birkaç saatliğine uğradığımız Maraş’ın benim için ailevi değeri çok büyük, o yüzden pek objektif olamayabilirim. Bana göre güneyin sıcaklığını doyasıya hissedebileceğiniz, bozulmamış, ama aynı zamanda oldukça gelişmiş bir şehir Maraş..

Çarşısını, tüm şehri altınıza seren Seyir Tepesini, Trabzon Caddesi’nde bulunan Akif Şekerleme’cisini (Fıstık ezmesi mutlaka tadıla!) görün; ayrıca 41 yıllık Küçükev Lokantası’nda içli köfte ve kuru patlıcan dolması yiyin. (Yine çekmeyi unuttuğum için aşağıdaki fotoğrafı Küçükev Lokanta‘sının sitesinden aldım)

Küçükev Lokanta

Her gittiğimde yeni bir his, yeni bir yer veya lezzet keşfediyorum memleket dolaylarında. Aslında daha bahsedilecek, gidilecek o kadar fazla yer var ki…Ama hepsini bir blog sayfasında anlatmak pek mümkün değil..

Hepinize iyi gezmeler, güzel lezzetler…

2 Yorum

Filed under Biri Kaçamak mı Dedi ?, Kültür-Sanat, Mutluluğun Tarifi : Yemek

Yalova’dan İznik’e

Hep hayalim olan bir yolculuk türünü bu bayramda gerçekleştirmek kısmet oldu..Nereye gideceğimizi, nerede ne kadar kalacağımızı bilmeden yola çıkmak ve canımızın istediği şekilde rotamızı belirlemek.. Modern zamanın her daim planlı insanları için ne büyük lüks!

Uzun bayram tatilini fırsat bildik ve yapılacak işleri, ziyaretleri, ritüelleri tamamladıktan sonra atladık bir akşam feribota, ver elini Yalova.. İstanbul’dan deniz yoluyla yapılabilecek en yakın seyahat olduğundan burayı seçtik ve 1 saat içinde valizimizi hazırlayarak kendimizi Yalova iskelesinde bulduk.. Sora sora iskelenin çok yakınındaki marinaya ulaştık ve yanyana dizili lokantaların içinden Altın Balık’ı seçtik. Yediğim en iyi karidesi, çok lezzetli sapsarı kalamarlar tavayı, taptaze mezeleri ve güleryüzlü personeli görünce doğru tercih yaptığımızı anladık.

IMG00251-20131016-2215

Nerede kalmamız gerektiği konusunda bilgi alarak termal bölgeye doğru yola çıktık ve minibüsle yaklaşık 15 dakika sonra oteller bölgesine ulaştık..Gökçedere Köyü’nde bulunan yaklaşık 10-12 otel/motele sorduktan sonra nihayet bir üst köy olan Üvezpınar’da bir otelde yer bulabildik. Mecbur kaldığımız için konakladığımız bu otelin (!) odalarında havlu bile yoktu, ama biz macera arıyoruz ya, bunlar bizim keyfimizi kaçıramazdı!

IMG00268-20131017-1439 Sabah müthiş orman havasını ve sessizliği içimize çektikten sonra; Yalova’nın en görülesi yeri olan termal bölgeyi, Atatürk’ün de konaklamış olduğu Termal Otel’i ve şifalı suların olduğu kaplıcaları gezdik. İnanılmaz kalabalık bir güruh, yağmur yağmasına rağmen açık şifalı havuza giriyorken; biz de mideye iyi gelen sudan içtik, gözlerimize ‘göz suyu’ damlattık ve memba kayalığında nefes alıp verdik.

Bu bölgenin doğası bir harika, sonbahar mevsimi ise kızıla çalan ağaç yapraklarını, yeşilin binbir tonunu görmek için idael.

 

Yalova maceramızı sonlandırmak üzere minibüse atladık ve rotamızı çini diyarı İznik’e çevirdik. Burada bir önceki macerayı unutmak için otelimizi önceden ayarladık ve göl kenarındaki Grand Belekoma Oteli’ne yerleştik. İznik gölünün lezzetli yayın balığını yedikten sonra şehri keşfe çıkmak istedik. Ancak hem yağmur hem de geç saat sebebiyle çok hareketsiz ve sessiz bir ilçe ile karşılaştık. İznik’te bu mevsimde belli bir saatten sonra yapılacak pek bir aktivite olmadığını söyleyebilirim.

Ertesi gün ise meşhur çinicileri, Ayasofya Camii’ni, Süleymaniye Medresesi’ni gezip, birkaç hatıra alarak yolculuğumuzu tamamladık. İznik oldukça sakin, dinlendirici ve göl kenarında yapılacak yürüyüş ile keyif verebilecek bir ilçe; ancak 1-2 günlük bir seyahat burası için yeterli olacaktır.

Geçmiş bayramınız kutlu olsun…

Yorum bırakın

Filed under Biri Kaçamak mı Dedi ?, Kültür-Sanat