Category Archives: Tadı Damağımda Kalanlar

Gökçeada

Çocukluk yıllarımın yaz dönemlerini Çanakkale’de geçirmiş olmama, hala her sene oradaki dostlarımızı ziyaret etmemize ve şehrin pek çok ilçesini görmüş olmama rağmen, Gökçeada’ya bir türlü denk gelememiştik.

Nihayet güneşli bir Mart hafta sonunda, yavaş şehir (cittaslow) ünvanını almaya hak kazanmış bu güzide adanın havasını solumak kısmet oldu.

Kabatepe iskelesinden başlayan yaklaşık 1.5 saatlik feribot yolculuğundan sonra adaya iniş pek hayal ettiğiniz gibi olmayabilir, zira Çanakkale’nin yeşil-mavi doğasına burada rastlamak mümkün değil. Ada ilk bakışta çorak, çıplak tepelerden oluşan, fazlasıyla boş ve sessiz bir yer gibi gelebilir gözünüze..Zaten eğer hareketli bir tatil beldesi ve gece hayatıysa aradığınız, Gökçeada size göre değil.

Ege Denizi’nin kuzeyindeki Gökçeada, ülkenin en büyük adası olmakla birlikte, sokaklarda kalabalık göremeyeceğiniz, toplu taşımanın da pek yaygın olmadığı bir yer.. Merkezinden başlayayım anlatmaya.. Meşhur Efi Badem Pastanesi’ne illa uğrana, kurabiyesinden alına ve her derde deva el yapımı doğal zeytinyağı kremi denene…Ama en önemlisi; yazarken bile ağzımı sulandıran, mis gibi süt kokan, tazecik “sakızlı muhallebi”den iki-üç tabak yenile..

Ada’da en sevdiğim yerler listesinde birinci sırada tabi ki Yakamoz Meyhanesi… Eski bir Rum köyü olan Yukarı Kaleköy’de, taş bina Yakamoz Motel’e bağlı, müthiş manzaralı, ortasından soba geçen, yıllardır hayalini kurduğum meyhane. Lokum gibi kalamar ve Rum böreği, ağızda dağılan kılıç şiş ve acaip yetenekli keman-klarnet-darbuka üçlüsü. Bir oynuyorum oturduğum yerde, bir gözüm doluyor, çünkü öyle bir çalıyorlar ki klarneti, kemanı, can dayanmaz. Hiç çıkmak istemedim o meyhaneden. Sanki bıraksalar günlerce orada oturabilirdim.

Listemin ikinci sırası; yine Kaleköy’de konuşlanmış Mustafa’nın Kayfesi. Bir kahve insana nasıl bu kadar huzur verir, içini açar, bilmiyorum. Dönüş feribotuna yetişeceğimiz için acele tarafından Dibek kahvesini içtik (güzeldi) fakat tam tadını çıkarmadım oranın telaştan..Bir dahaki gidişimizde meşhur sabah kahvaltısını denemeyi ve uzun uzun karşımızdaki dağ manzarasına bakıp sakinleşmeyi planlıyorum.

 

Mustafa’nın Kayfesi’nin hemen yanında şahane bir sabun atölyesi var. Klasik hikaye; karı-koca İstanbul keşmekeşinden sıkılıp yıllar önce Ada’ya yerleşiyor, acaip sempatik bu atölyeyi kuruyor ve el yapımı sabun, zeytinyağı, kolonya satışına başlıyor. Keçi sütlü sabun ve limon çiçeği kolonyası tavsiye olunur…

Zeytinli Köyü’nün taş evleri ve sokakları arasında dolanmanızı, sevimli kafelerinde sakızlı kahve ve muhallebi denemenizi ve zeytinliklerin arasındaki Rum köyü Tepeköy kahvesinde oturmanızı şiddetle tavsiye ediyorum. Aşağıda kahvenin fotoğrafı var, tam biz gittiğimizde şık şık giyinmiş insanlar kutlama yapıyorlardı, hayırdır dedik, meğer Rumların özel bir günüymüş. Bir keyif şarapları, kahveleri içiyorlardı. Bizi de aralarına aldılar, yarı Türkçe yarı Rumca, sanki yıllardır biz de o köydenmişiz de ahbaplık ediyormuşuz gibi konuşmaya başladık, güldük, eğlendik. Rum aksanını zaten oldu bitti pek severim..Yaşlı amcalar, hoşsohbet teyzeler bize oradaki hayatlarını, torunlarını anlattılar. Böyle sahneler beni niye bu kadar hüzünlendiriyor bilmiyorum. Yazdım aklıma…

Tepeköy kahvesinin biraz aşağısında Barba Yorgo meyhanesi var, lakin sezon açılmadığından buradaki yemek faslını bir sonraki gidişimize bırakmak durumunda kaldık. Ama tabi ki Yorgo Amca’yı bulduk, meyhanin yanındaki arsasında yetiştirdiği üzümlerden yapılma çam sakızı şarabını aldık. Yorgo bize tatlı tatlı yıllardır bu işi yaptığını, kayınpederi Taki’den öğrendiğini anlattı. Hatta Taki’nin 50-60 yıllık şarapları da meyhanenin bir köşesinde sergileniyordu. Onları asla satmazmış Yorgo…

Ada’dan alınabilecek pek çok şey var; Eski Bademli Köyü’ndeki Gökhan’ın Bal Çiftliği’nden bal, merkezdeki Ada Rüzgarı’ndan teneke ve sepet peyniri, dağ kekiği, karadut reçeli ve keçi sütlü sabun ilk aklıma gelenler.

Gökçeada’nın tek dezavantajı, arabasız bu saydıklarımın epey zor yapılacak olması. Başta da belirttiğim gibi; ortalarda minibüs, otobüs pek göremiyorsunuz, taksi de nadir. Saydığım köyler arasında yürüyerek dolaşmak imkansız denebilir. Bu da ziyaretçilere bir hatırlatma olsun…

Sabun Atölyesi

Kefaloz sahilinde denize girip çamur banyosu yapmayı, Barba Yorgo’da sirtaki eşliğinde coşmayı,  Eski Bademli Köyü’ndeki Son Vapur Oteli’nde karadut şurubu içmeyi ve yine Yakamoz’da (bu sefer güneş batmadan) demlenmeyi bekliyorum.

 

Bu gemi ne zamandır burada

Çoktan boşaltmış yükünü

Gece de olmuş, rıhtım da bomboş

Mavi bir suyun düşünü uyutur bir tayfa

Arkada, güvertede

Ah, neresinden baksam sessizlik gene.

 

Yürürüm usuldan, girerim bir meyhaneye

İçerde üç beş kişi

Yalnızlık üç beş kişi

Bir kadeh rakı söylerim kendime

Bir kadeh rakı  daha söylerim kendime

-Söyle be! ne zamandır burda bu gemi

-Denizin değil hüznün üstünde.

 

Belki yarın gidecek

Bir anı gelecek bir başka anının yerine.

 

İnsan bazen ağlamaz mı bakıp bakıp kendine.

Edip Cansever

 

Yorum bırakın

Filed under Biri Kaçamak mı Dedi ?, Enteresan Deneyimler, Gündem Dışı, Tadı Damağımda Kalanlar

Barselona

Gitmeden önce kimle konuşsak “şahane, muhteşem bir yer, ay keşke tekrar gitsek” gibi haykırışlar duyuyorduk. İtiraf edeyim, içten içe biraz çekiniyordum; sanki övüldüğü kadar beğenmeyeceğiz, Barselona efsanesi bizi hafiften hayal kırıklığına uğratacak diye düşünüyordum. Bilakis…Az bile söylemişler. Gidecek olanlara biraz ışık tutabilmesi açısından olabildiğince özetleyerek anlatmaya çalışayım Katalonya maceramızı…

Barselona, İspanya’nın kuzeydoğusunda, 2 milyona yakın nüfuslu, denize sıfır ve uzun sahilli, şiir gibi bir şehir. 4 gün boyunca kilometrelerce yürüdük ve sürekli kafam yukarıda, muhteşem binaların ayrıntılarını incelemeye çalıştım. Elbette ön planda Antoni Gaudi’nin eserleri, La Sagrada Familia, Park Güell, Casa Bottle, Casa Mila ve niceleri. Ama adını çok fazla duymadığımız, Gaudi kadar meşhur olmamış mimarların da şahane yapılarını görmek mümkün. Adettendir, Sagrada Familia ile başlayalım. Merkez konumundaki Plaça de Catalunya meydanına yürüyerek 10-15 dakika mesafede yer alan bu efsane kilisenin yapımına 1882 yılında başlanmış, 1883 yılında Gaudi mimariyi devralmış fakat 1926’da bir tramvay kazasında öldüğü için; inşaat yarım kalmış. Hala yardımlar  ile tamamlanmaya çalışılan heybetli kilisenin yapımının, Gaudi’nin 100. ölüm yıl dönümü olan 2026’da tamamlanması planlanıyormuş.

la-sagrada-familia

sagrada-familia

La Sagrada Familia‘nın etrafında her daim bir turist kalabalığı ve birtakım gösteriler görebilirsiniz. Biz giriş biletlerimizi internet sitesinden -önceden- almadığımız ve sırayı beklemeyi gözümüz yemediği için, içeri girmedik. O güne mi özeldi yoksa her pazar var mı bilmiyorum, ama kilisenin hemen yanında, 3-4 sokak uzunluğunda pek şenlikli bir yerel pazara denk geldik. Bardak bardak İspanyol içkisi Sangria, kazanlarla İspanyol pilavı Paella ve bilimum meyve-kuruyemiş çeşitleri ile gözlerim, midem bayram etti diyebilirim. Denk gelirseniz kaçırmayın.

paella

pazar-yeri

Gelelim Antoni Gaudi’nin ustalık eserlerinden Park Güell‘e.. 1900’lü yılların başlarında, İspanya’nın kalburüstü Güell ailesi için yaptığı bu park, 1923 yılından sonra halkın ve turistlerin ziyaretine açılmış. Mozaik ve camların ne şahane bir görsellik oluşturabileceğine hayran kalmamak elde değil..Meşhur ejderha heykeli, kurabiyeden yapılmış gibi duran evleri ve geniş seyirlik teras/bahçesi ile mutlaka ziyaret edilmesi gereken bir yer.

guell

guell

guell

Barselona’nın en popüler noktalarından biri; Las Ramblas caddesi..Plaça de Catalunya ile başlayan ve yaklaşık 1.5 km sonra sizi deniz kenarına bağlayan, her daim hareketli, turist ve sokak satıcıları kalabalığından zorlanarak yürüyeceğiniz bir bulvar. Her tarafı kafe, restoran ve dükkan dolu olan bu caddenin fazla turistik olduğunu ve yeme-içme için çok da avantajlı olmadığını belirtmekte fayda var. Ama bu caddenin üzerinde bir sabit pazar var ki, işte orada kendinizi kaybetmeniz mümkündür diyeyim ve akla gelebilecek her türlü deniz ürününün, şarküterinin, meyvenin hem satın alınabildiği hem de oracıkta denenebildiği muhteşem La Boqueria Mercat fotoğrafları ile sizi başbaşa bırakayım 🙂 (Not: La Boqueria, pazar günleri kapalı, diğer günlerse 17.00’ye kadar açık)

1 2

3

4

5

6

7

8

İspanya’nın yemek kültüründe çok önemli bir yer tutan Tapas, yani bizim dilimizce Meze restoranları adım başı karşınıza çıkıyor. Tavsiyeler üzerine gittiğimiz iki restoran var; Ciutat Comdal (Ciudad Condal diye de yazılıyor) ve CalPep. Ciutat Comdal, Plaça de Catalunya’ya çok yakın, köşe noktada konuşlanmış ve saat 20.00’den sonra kapısında onlarca kişinin kuyruk beklediği şahane bir yer. Biz “Assorted Tapas” adlı seçmece 5’li meze tabağı, yarım litrelik sürahi Sangria, efsane bir kalamar, “Patatas Bravas” adlı küp patates kızartmalarından aldık, epeyce doyduk ve İstanbul ile kıyaslayınca oldukça aşağılarda kalan bir mertebede hesap ödedik. Ziyafetin belgesi aşağıda 🙂

ciutat-comdal

CalPep adlı lokanta oldukça enteresan, Barselona’nın en sevdiğim bölgesi olan El Born’da yer alan bu ufacık tefecik restoranın barında oturabilmek için yarım saat sıra bekledik. Arka kısımda yer alan masalı bölüme geçmek imkansız, sanırım haftalar öncesinden yer ayırtmak gerekiyor…O kadar ekabirler ki, sadece akşamları 19.30-23.30 arası hizmet veriyorlar..Yanlış hatırlamıyorsam burası da pazarları kapalı..Girişte “dünyanın en iyi 50 lokantası” arasında bulunduğunu gösteren bir belge de mevcut.

20161015_210226 calpep

CalPep

Gaudi’nin şahane eserleri, Casa Bottle ve Casa Mila‘yı sadece dışarıdan fotoğraflayabildik; fakat bu bile ilginçliğini anlamamıza yetti. Bu binalar birbirine çok yakın ve sosyete caddesi Plaza de Grazia’da yer alıyorlar. (Bu arada alışveriş meraklıları için Plaza de Grazia bir nimet, aklınıza gelebilecek her türlü lüks marka bu caddede mevcut. Kişisel ilgisizliğimden dolayı hiçbirine girmedim, o yüzden içerikleri ile ilgili yorum yapamıyorum.) Casa Bottle (üstteki) ve Casa Mila fotoğraflarını aşağıda görebilirsiniz :

casa-bottle

casa-mila

Las Ramblas caddesini bitirdiğinizde, upuzun, rahatlatıcı sahil şeridine varıyorsunuz.  La Barceloneta adlı plaj bölgesinde, güzel bir kumsal ve çeşit çeşit lokanta arasında gezebilirsiniz. Sahile çıktığınız noktadan yaklaşık 1 km sağa doğru yürürseniz, Kristof Kolomb’un Amerika’ya yaptığı ilk sefere atfen yapılmış heykelini görebilirsiniz. (Bu heykelin turistik ve tarihi açıdan önemli olduğunu not düşeyim.Biz hakkını pek veremedik, zira buraya ulaştığımız esnada yürümekten kendimi kaybetmiş durumdaydım -19 km-, şöyle bir baktım, biraz fotoğraf çektim ve pert halde yanındaki banklara kendimi bıraktım)

kristof-kolomb

Son gecemizi Las Ramblas’ın Museu D’art Contemporani’ye çıkan ara sokaklarından birinde, şık ve tarz Gats adlı restoranda deniz mahsullü Paella yiyerek taçlandırdık, oldukça lezzetliydi.

Değinmeden geçmeyeyim; Plaça de Catalunya yakınlarında 1929’dan kalma “Mauri” adlı bir pastane var, muhteşem. (Bayılıyorum ben böyle eski pastanelere) Başdöndürücü pastalar ve envai çeşit minik sandviçin yer aldığı vitrin mutluluk veren cinsten. (Bu arada Barcelona’da hatrı sayılır bir sandviç kültürü olduğundan bahsetmek lazım, dolaşırken açlığınızı bastırmak için etraftaki kafelerden “İspanyol omletli sandviç” deneyebilirsiniz.)

Kalp atışlarımı hızlandıran bir başka dükkan: Torrons Artesans Vicens…Casa Mila’nın hemen altında, tesadüfen keşfettiğimiz, 1775’ten beri varolan bir marka. Heyecandan fotoğraf çekememişim, ama buradan bilgi edinebilirsiniz. Çeşit çeşit badem ezmeleri, marzipan, nugat, çikolata ve helva türü ürün, mide ve gözlere bayram ettirmek için raflarda kuzu gibi yatıyor…Meraklıysanız, mutlaka görülesi…

Biz şehir merkezine 6-7 km mesafedeki La Meridiana İbis Hotel’de konakladık ve gayet memnun kaldık. Standart İbis özelliklerinde, metroya ve otobüs durağına yakın, sessiz sakin bir otel burası. Merkezde kalmak isterseniz, buranın yaklaşık 2 katı civarında bir meblağı gözden çıkarmanız gerekir. (Tabi hostel veya pansiyon tercih edilmesi durumunda, çok daha hesaplı olması mümkün)

Barselona için anlatacak, önerecek o kadar yer var ki…Müze ve sanat gezilerine ilginiz varsa; El Born Centre de Cultura i Memoria, yine El Born’un daracık, sempatik ara sokaklarında yer alan Picasso Müzesi, Museu D’art Contemporani önerebileceğim, şehrin göbeğindeki sanat merkezleri arasında..Bu arada, El Born bölgesinin hemen yakınında yer alan eski şehir Barri Gotic; bir dolu kafe, hediyelik eşya dükkanı ve şahane mimari yapılara ev sahipliği yapıyor, burası da mutlaka ziyaret edilmeli.

Gitmeyi isteyip de vakit yetiştiremediğimiz, aklımızın kaldığı yerler arasında; Nou Camp Stadyumu, Miro Parkı, teleferikle ulaşabileceğiniz Montjuik Tepesi ve Çikolata Müzesi var.

Sanat, tarih ve yeme-içme üssü olarak nitelendirebileceğim Barselona, benim aklımda “rüya şehir” olarak yerini aldı. Gönül rahatlığıyla tavsiye ederim…İyi gezmeler…

Yorum bırakın

Filed under Biri Kaçamak mı Dedi ?, Gündem Dışı, Kültür-Sanat, Tadı Damağımda Kalanlar

Birtat

Aslında gündemde tat yok, herkesin ağzında acı bir his ve kasvet var, biliyorum. Ama olan-bitenden, yaşananlardan bahsetmeyeceğim bugün. Aksine tadı damağımdan silinmeyen “Birtat” efsanesini yazasım var..

Selimiye’de 50 yılı aşkın süredir bulunan ve yakın zamanda kapanıp, Kadıköy ve Koşuyolu şubelerinde hizmet veren bu lezzetli meyhaneyi yaklaşık 1 ay önce keşfetme fırsatı yakaladık. Koşuyolu’ndaki mekan öyle ufacık tefecik ve sempatik ki, hayalimdeki Yeşilçam meyhanesine gelmiş gibi hissetim kapıdan girince. (Aynı duyguyu bir de Bostancı’daki Hatay Sofrası‘nda yaşamıştım.)

Dost meclisimiz o kadar keyifli ve iştahlı ki; masaya gelen yemeklerin ardı arkası kesilmiyor; ciğerle başlayan geçit sırasıyla böbrek, kokoreç ve karışık etlerle devam ediyor, aralara topik ve diğer mezelerden serpiştiriliyor.

Ciğer kültürüm pek fazla olmamasına rağmen; Edirne‘den sonra yediğim en güzel ciğerdi diyebilirim rahatlıkla.

İlk gelen tabakların fotoğrafını çekmek kısmet olmadı, sanırım o anda aklım 5 karış havaya uçup gitmişti. Bana göre masanın assolisti olan ve aşağıda arz-ı endam eden karışık et tabağındaki her lokma çok lezzetliydi.

Birtat

Muhabbet güzel, fondaki sanat müziği huzurlu, servis özenli ve en önemlisi yemekler şahane. Daha başka bir beklentimiz de yok zaten eş-dostla oturulan masadan..Sözün özü, meyhaneseverler için tatminkarlığı yüksek bir adres Birtat Meyhanesi…Afiyet olsun…

Bu yazıyı sevdiğim şiirlerle tamamlamak geldi içimden..Turgut Uyar, Edip Cansever varken ben ne yazayım ki zaten.

Her şeyden biraz kalır

diyor birileri,

Çoğunlukla haklılıktır.

Kavanozda biraz kahve,

Kutuda biraz ekmek,

İnsanda biraz acı.

Turgut Uyar

Ve bu yorgun

Bu hüzünlü yüreği

Benim değilmiş gibi

Hiç kimse görmeden,

Şöyle bir yol kenarına bıraksam…

Edip Cansever

Gitmek! Yazmışım defterime çoktan

Rıhtımlar, güz halatları, daha bir sürü şey

Şuramda darmadağınık !

Edip Cansever

 

 

Yorum bırakın

Filed under Gündem Dışı, Tadı Damağımda Kalanlar, Yemek

Belgrad

Uzun bir aradan sonra ülke sınırları dışına çıkmışken ve üstelik bu seyehatten pek memnun kalmışken, yazmamak olmazdı. Bu yazının konusu Sırbistan’ın başkenti Belgrad…

Biz seyahate gitmeden önce bloglardaki Belgrad yazılarından epey faydalandığımız için, ben de elimden geldiğince tasvir etmeye çalışacağım.

Hotel PalaceHerhangi bir tura bağlı kalmadan gitmeyi sevdiğimiz için, gezi planını kendimiz yapalım istedik ve merkeze yakınlık kriterini baz alarak, Hotel Palace’ı seçtik. Burası 1923’te açılmış, dolayısıyla her konuda pek tecrübeli ve yardımcılar. Konumu muhteşem, Belgrad’ın kalbi olan Knez Mihailova caddesinin dibinde.. Kahvaltı gayet yeterli.Odalar temiz, pak ve sade fakat lüks beklentiniz varsa hayal kırıklığına uğrayabilirsiniz. Bizim öyle bir isteğimiz olmadığından, pek memnun kaldık.  Otelin kapısından çıkar çıkmaz, sağda pek şık bir restoran var, ismi Supermarket Deli..Günün her saati kalabalık, yemekler İstanbul’daki benzerlerine kıyasla makul ve üstelik çok lezzetli..

Yukarıda bahsettiğim Knez Mihailova caddesi (gitmeden önce okuduğumuz bloglarda da yazdığı gibi) İstiklal ve Bağdat caddelerinin güzel bir karışımı..Her dem kalabalık, hareketli, bolca kafe-restoran ve galeri mevcut. Knez MihailovaSenfoni orkestrasından hallice grupların sokak konserleri de var, break dans ile izleyenleri coşturanlar da..Sırbistan’ın para birimi Dinar ve 1 Euro yaklaşık 120 Dinar’a denk geliyor. Knez Mihailova’nın civcivli ve sempatik kafelerine bira ya da kahve içmeye oturduğumuzda, gelen hesaba her seferinde şaşırıyoruz. Koca koca biralar 120-200 Dinar arasında, kahveler deseniz keza. Kaldığımız 3 gün boyunca sürekli “İstanbul’da bunu yesen/içsen şu kadar tutar, amma ucuz burası ya” sohbetini yapmadan sofralardan kalkmamaya özen gösteriyoruz.

Belgrad’ın en beğendiğim yerlerinden birinde sıra; Skadarlija, yani Bohemian Quarter. Burası bizim Kumkapı gibi (Yurt dışındaki yerlere “aynı bizdeki x” demek  sadece bize özgü bir hastalık mı acaba?). Arnavut kaldırımlı bir yol düşünün, sağlı sollu her tarafı acaip sempatik kafeler, meyhanelerle dolu. Kulağınızda akordeon ve kontrbas melodileri, huzur içinde yiyip içiyorsunuz..

IMG-20150802-01002 IMG-20150802-01001

Belgrad’ın enteresan yerlerinden biri de Ada Ciganlija. Sava Nehri’nde yüzmek, sahilde sıralanmış onlarca kafede keyif yapmak ve deniz bisikletine binip yorgunluk atmak isterseniz, burayı ziyaret edin. Köprünün Yeni Şehir tarafında kalan bu suni plaja şehir merkezinden bir otobüsle 10 dakikada ulaşabilmek mümkün.

IMG-20150803-01040 IMG-20150803-01042

Şehrin önemli simgelerinden biri, aynı zamanda havaalanına da ismini veren kişi; tabi ki Nikola Tesla. Haklı bir gururla turistik birçok öğede Tesla’yı kullanmış Sırplar. Fakat buna rağmen Nikola Tesla müzesini bulmak için epey sormak ve yürümek durumunda kaldığımızı da belirtmek isterim.  Deneyleri uygulayan ve anlatan rehberin turuna yetişemediğimiz için sadece içeriyi turladık, bu sebeple anlatım saatlerini öğrenip gitmekte fayda var, tabi bilime ilgi duyuyorsanız.

IMG-20150802-00990 IMG-20150802-00995

Belgrad’ın mihenk taşlarından Kalemegdan’ın, Osmanlı içerikli tarihçesi hakkında buradan fikir edinebilirsiniz. Biz Kalemegdan’ı gezerken, gelin, damat ve kalabalık bir davetli grubu Sırp bayrağı eşliğinde fotoğraf çektiriyordu. Buranın manzarası çok etkileyici, Sava Nehri’ne karşı oturup bir şeyler içebilirsiniz.

Kalemegdan

Meşhur yemekleri Cevapcici’yi denemek için Manufaktura adında bir lokantayı seçtik. Yemekleri, dekorasyonu, servisi o kadar hoştu ki, gönül rahatlığıyla tavsiye edebilirim. Knez Mihailova’ya pek yakın olan bu mekanda Cevapcici’yi, yerel Balkan lezzetlerini ve Sırp şaraplarını deneyebilirsiniz.

IMG-20150803-01062

IMG-20150803-01052

Türkiye’den vizesiz olarak gidilebilen, açık hava müzesi niteliğinde, cıvıl cıvıl kafe ve restoranlarla dolu Belgrad bize çok keyif verdi. İnsanlar misafirperver, neşeli, gece geç saatlere kadar hareketli bir yer Belgrad. Biz genel olarak hep Eski Şehir kısmındaydık, bu anlattığım yerler de (Ada hariç) bu bölgede yer alıyor. Yeni Şehir tarafını pek gezemediğimiz için orayla ilgili bir yorum yapamıyorum. Eski Şehir’deki gezintilerimizin çoğunu yürüyerek yaptık, otobüse/taksiye pek ihtiyaç duymadık. Hem zaten yurt dışı seyahatlerin şanından değil midir sokakları arşınlayarak gezmek…

Gitmeden önce okuduğumuz bloglarda taksilerin pek tekin olmadığına dair bilgi edinmiştik, sadece Pink yazanları öneriyordu gezenler. Biz de taksi kullandığımızda bu tavsiyeye uyduk ve hiçbir sorun yaşamadık.

İyi gezmeler 🙂

IMG-20150803-01043 IMG-20150803-01051 IMG-20150802-00970 IMG-20150802-00968

Notlar

1- Otelin fotoğrafını çekmemişim, yazının başındaki görseli http://www.panacomp.net adresinden aldım.

2-Knez Mihailova fotoğrafı pl.wikipedia.org adresinden…

3- Kalemegdan fotoğrafı ise http://www.eurobelgrade2015.org sitesinden…

4- Nikola Tesla müzesini ararken, parlamento ve eski posta binalarına yakın bir yerde aşağıdaki pastaneyi keşfettik. Burası 1851’de açılmış şahane bir kafe. Okunuşunu bilemiyorum, o yüzden ismini içeren fotoğrafı koyuyorum. Ayrıca burada ve diğer bazı kafelerde menüde ‘Turska Kafa‘ göreceksiniz, şaşırmayın. Fena da yapmıyorlar hani bizim kahveyi cezvede:) IMG-20150802-00972 IMG-20150802-00976 IMG-20150802-00973

2 Yorum

Filed under Biri Kaçamak mı Dedi ?, Tadı Damağımda Kalanlar

Gurme Turu

Ne zamandır merak ediyordum, nasıldır bu anlatıla anlatıla bitirilemeyen ‘gurme gezileri’ diye..Kısmet bugünlereymiş.. Hala damağımda, dimağımda tazeyken yazayım da, bilmeyenler de keşfetsin bu saklı sokak lezzetlerini.

Bir şirketin, çalışanları için yapabileceği en güzel organizasyonlardan biri olan yeme-içme gezisinin haberini aldığımda önce sevindim, sonuçta dünyada en sevdiğim aktivitelerden biri olan “yemek yemek” eylemini içeriyordu. (Bu arada ‘yemek yemek’ biraz enteresan bir söz öbeğiymiş. Yazınca garip geldi, ama söylerken hiç değil)

Fakat sonra biraz duraksadım, çünkü tatil sabahı erkenden (09.00’da) Eminönü Yeni Camii önünde buluşma ve 4 saat boyunca yürüyerek sokakları arşınlama gibi, pek sevmediğim 2 eylemi de bünyesinde barındırıyordu.

Çoğu yere olduğu gibi, sabahki buluşmaya da geç kaldık, 5 dakika kadar ama olsun, yine de ritüelimizi bozmadık. 12 kişilik grubumuz toplanmış, sevimli rehberleri ile bizi bekliyorlar, bir yandan da sokak arası bir kahvaltıcıda peynirleri, simitleri, zeytinleri götürüyorlardı.  Rehberimiz Claudia Turgut’u görünce (Evet, ironi büyük. Tarihi yarımadamızdaki lezzetleri bize ‘elin İngiliz’i’ anlatacaktı) gezinin pek keyifli geçeceğini hissettim. ‘Pozitif kadın, belli. Sabahın köründe ağzı kulaklarında. Nereden öğrenmiş buraları da rehberlik yapıyor ? Türk biriyle evli tamam da, buraları anlatacak kadar tarihi nasıl biliyor’ düşünceleriyle takıldık Claudia’nın peşine..Kulağımızda kulaklıklar, ilk hedef Mısır Çarşısı’ndaki “Ucuzcular Baharat“. Baharatın her türüyle aram iyidir, severim ama İstanbul’da kalkıp baharatçı gezmek aklıma gelmezdi. Dükkan çalışanları gedikli belli, hemen bizi çember yapıp onlarca baharatı tattırıp, bir de hikayesini anlatıyorlar. Bu minik dükkan pek hoşuma gitti, çeşit çeşit baharatlar, şifalı yağlar..Tavsiye ederim.

Çarşıdan çıkıp biraz ara sokaklara dalıyoruz, sabah 11.30’da Lezzet-i Şark Antep sofrasında buluyoruz kendimizi. Ekip bizi bekliyor, güleryüzle karşılayıp mis gibi Adana, Urfa, İçli köfte ve en sevdiğim köpük köpük yayık ayranla bizi mest ediyorlar. Sonra gezinin en sevdiğim durağı, tarihi Altan Şekerleme. Şimdi başında 5. kuşağın bulunduğu bu şekerlemeci 1865 yılından beri kendi imalatını yapıyor ve nefis lokumlar, helvalar, şekerlerle ağızları tatlandırıyor. Trip Advisor’da hakkında pek güzel şeyler yazılmış, zaten biz gittiğimizde de içeride çekim yapılıyordu. Kesinlikle tavsiye ederim, çok nostaljik, çok lezzetli.. Güllü, böğürtlenli ve karadutlu lokumlar şahane…

Lezzet-i Şark

Altan Şekerleme

 

Altan Şekerleme .

Lezzet durakları Develi’nin minik tatlı dükkanında sıcak katmer, tarihi pidecide kıymalı ve peynirli pide, Bereket Döner’de domatesli-biberli döner, Kantarcılar Caddesi’nde tavuk göğsü ile devam ediyor.. Bir lokma daha yiyemeyecek hale gelerek turumuzu Tarihi Ali Paşa Hanı’nda Türk Kahvesi ile noktalıyoruz. Hana bayıldım, Genco Erkal’ın (Dostlar Tiyatrosu) orada tiyatro yaptığını bilmiyordum, bu da benim ayıbım olsun.

Ali Paşa Han

Eğer böyle bir yeme-içme gezisi yapma fırsatınız olursa, mutlaka katılın. Kendi şehrinizde turist gibi gezmek, uğrak mekanlarınızın dışında bir yerlerde zaman geçirmek ve tarihi yerlerde yemek-içmek pek iyi geliyor. Bir nevi minik tatil..Afiyet olsun…

Not: Claudia Turgut’un yeme-içme bloğu burada. Çok detaylı ve ince çalışılmış bir blog, Dezavantajı İngilizce oluşu…Aklınızda bulunsun.

 

2 Yorum

Filed under Enteresan Deneyimler, Gündem Dışı, Mutluluğun Tarifi : Yemek, Tadı Damağımda Kalanlar, Yemek

Dem

Haftalar oldu, hala damağımda, dimağımda Karaköy Dem Meyhane’nin tadı. Her yeri sevmek biraz görecelidir, ama burası sanırım daha fazla. Tabelası bile olmayan, karanlık hanın merdivenlerini çıkarken hissettim orayı seveceğimi. Yukarı çıkar çıkmaz da bayıldım manzaraya, 4-5 masalık küçücük, kutu gibi mekana.

Yer ayırtmak için birkaç kez telefonla konuştuğum Ufuk Bey karşılıyor bizi; karşılıyor dediysem, meze tezgahı, merdiven ve masaların arasındaki 50 cm mesafede sohbete koyuluyoruz. Bizi alacağı yer henüz boşalmadığından, kalabalık bir grubun masasına yerleştiriyor bizi. Herkes rahat, kimse “burası bizim masamız yalnız” bakışları atmıyor. Sanki bir evin salonundaki arkadaş grubu gibi oturuyoruz, gülüyoruz.

Lezzetli mezeler geliyor, sade, abartısız. Ara sıcaklar keza, ağızda dağılıyor. Levrek lokum, karides ve kalamar o kadar doyuruyor ki, balığa geçmeye hacet kalmıyor.

Dem Meyhane

Pek sevgili dostumuzun doğum günü için Karaköy balık pazarının girişindeki Halis Bekrizade’den aldığımız Şam tatlısına mum dikiyoruz, Dem ekibi sağolsun, ısrarlarımıza dayanamayıp demleme çayları yetiştiriyor tatlının yanına. İlk geldiğimizde işgal ettiğimiz, tüm gece sırt sırta oturduğumuz masaya da gönderiyoruz bir tabak..Doyamıyoruz keyfe, helva geliyor, bir tur daha dönüyoruz demli çaya, arada rakıyla..O kadar samimi ki mekan, laf olsun diye değil, gerçekten evde oturup manzaraya bakarak içiyoruz sanki. 2. helvayı söylediğimizde Ufuk Bey “amma tatlı yediniz yahu” deyip gülüyor, 3. tur çayla helvayı denkleştirip masamıza bırakıyor.

Bu kadar lezzete, sohbete ve samimiyete karşılık, –diğer meyhanelere kıyasla– gayet makul bir miktar ödeyip kalkıyoruz masadan, ağzımız kulaklarımızda.

Demimiz baki olsun.

Dem demişken, bu ara kafamın tozlu rafından indirdiğim şahane bir şarkı var aklımda. Fikret Kızılok’tan ayrı güzel, Mehmet Erdem’den bir başka dokunaklı “Bir Harmanım Bu Akşam”. Tavsiye olunur.

(…)

Çektiğim acıların demindeyim bu akşam
Pişman desem değilim
Bir harmanım bu akşam

Her gecenin sabahı
Her kışın bir baharı
Her şeyin bir zamanı
Benim dermanım yok

……………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………

Etimolojik Not:    ‘Dem’ ne dolu, ne tınılı bir kelimedir. Hani şu yabancı dillerde tam karşılığı olmayan, Türkçe’nin derin sözcüklerinden. Gönül gibi, yürek gibi.. “Gönlüm kırık” yazsan mesela ya da “Yürek mi yedin bu ne cesaret” desen, anlamaz Britanyalı. Öyle bakar. Ezcümle; Türkçe pek hazineli. Koruyalım. Demlenelim.

……………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………

6 Yorum

Filed under Mutluluğun Tarifi : Yemek, Tadı Damağımda Kalanlar, Yemek

Eski Kafa

İstanbul’da hep bildik mekanlara gitmekten, benzer çayları içmekten ve aynı dekorasyonlu kahvelerde oturmaktan sıkıldıysanız, size önerebileceğim enteresan bir yer mevcut : At Pazarı Meydanı – Eski Kafa kafe.

At Pazarı Meydanı; eski yıllarda at ticaretinin yapıldığı, ancak sonra çıkan yangınlar sebebiyle ufala ufala şimdiki halini alan tarihi bir meydan. Şimdilerde bu meydanda birçok kafe bulunuyor, Eski Kafa da bu mekanlardan biri ve sanırım en ilginci.

Şair ve mimar bir çiftin işlettiği bu mekan; tarihi görüntüsü, vitrininde bulunan kocaman şerbet kavanozları ve masalarda pişirilen kestaneleriyle aklımda yer etti. Bildiğimiz, her zaman gittiğimiz “modern” yerlere benzemiyor, İstanbul’un eski zamanlarında yaşadığını hissettiriyor insana..Hani dostane ve barışçıl hayatların olduğu yıllarda.

eskikafa.

Şerbet

Hakiki sahlep yaptıklarını duyunca içelim dedik, hakikaten muhallebi gibi, kıvamlı ve pek lezzetli geldi.. Sonra çaylar masaya kondu, keyfi detaylarında gizli halde. Hiçbir yerde çayın beraberinde bal ve yemiş getirdiklerini görmemiştim, hoş bir sunum olarak hafızamda yer etti. Tatlılarından yemedik, ancak görüntülerinin pek çekici olduğunu söyleyebilirim. Burada gününe göre farklı yemek seçeneklerinin ve her daim  bulunan bazı özel yiyeceklerinin olduğu da kulağıma gelenler arasındaydı, fakat deneme fırsatımız olmadı..Bir dahaki sefere artık.

çaylar

Yolunuzu her zamankinden farklı bir semte düşürüp, tarihi sokaklarda dolaşmak isterseniz, Fatih At Pazarı Meydanı’nı tavsiye ederim. Çayınızı, kahvenizi içtikten sonra meşhur Kadınlar Pazarı’na uğrayın, yöresel kuruyemişlerin, balların tadına bakın.

Son olarak; Vefa Bozacısı’na uğrayıp kapıdaki kuyruğa şaşkınlıkla bakmak suretiyle leblebili, tarçınlı bozalarınızı için…Afiyet olsun…

Yorum bırakın

Filed under Enteresan Deneyimler, Tadı Damağımda Kalanlar

Meyhane

Hani zihinlerde bambaşka önemli mevzular olsa bile, biraz uzaklaşmak, kafayı dağıtmak için havadan-sudan bahsedilir ya dost meclislerinde; işte ben de bugün onu yapacağım. Esas konunun yörüngesinden çıkıp; mezeden-meyden dem vuracağım…

‘Meyhane’ kelimesi oldum olası keyifli görüntüler canlandırmıştır beynimde. Türk filmlerindeki gibi; fonda TSM şarkılarının inceden duyulduğu, mis gibi beyaz masa örtülerinde yenilip içilen, genelde Nubar Terziyan’ın canlandırdığı meyhaneci karakteri gibi sevimli, beyaz saçlı sahibinin masaları dolaşıp müşterisini “artık daha fazla içmeyin” diye dostane uyardığı sıcak meyhaneler. İstanbul’da bu tarzda bir mekanı bulmak neredeyse imkansıza yakın, ama yine de keyifli demlenilecek ve lezzetli mezelerin tadına bakılabilecek yerler var kıyıda-köşede.

İlk durağımız uzun zamandır Küçükyalı’da hizmet veren, ancak geçen sene ilk açıldıkları semtte, Etiler’de tekrar bir şube açan  Maria’nın Bahçesi..Uzun zamandır duyduğum bir yerdi burası, gitmek yeni kısmet oldu.Değişik bir Rum meyhanesi olan bu lokanta; sevimli bahçesi, lezzetli yemekleri, Ege havası, otları ve deniz mahsüllerinden oluşan yemekleri ile kendine has bir modern meyhane olma özelliği taşıyor. Etiler-Akatlar civarında sakin, huzurlu ve henüz tam manasıyla keşfedilmemiş bir yer arıyor iseniz, tavsiye olunur. 
Maria..

İkinci durağımız, Kuzguncuk’ta bir lokanta..Aslında buraya meyhane demek çok zor, çünkü ‘Kosinitza” için ‘deniz mahsülleri restoranı” demek daha doğru olur..Geçenlerde bir arkadaşımızn doğum günü için gittiğimiz bu sevimli mekanı yaklaşık 25 kişi ile kapattık, o kadar ufak bir yer. Ama mutfağında yaratılan harikalar; anlatılmaz yaşanır cinsten..

Kosinitza

 

Kosinitza; Kuzguncuk semtinin eski adı ve tam da bu şirin, karakterli semte yakışacak cinsten bir lezzet kumkuması diyebilirim..Milföyde mantarlı, kremalı dil balığı, deniz kabuğunda risotto, Hünkarbeğendi üzerine dülger balığı gibi enteresan ve bir o kadar da yaratıcı yemeklerin olduğu menü, gelenekselci yemeklerden hoşlananlara cazip gelmeyebilir. Ancak daha önce benzerini görmediğim bu sempatik lokantaya en azından bir sefer yol düşmeli derim ben..

Meyhanelerden bahsetmişken, Bostancı’daki Mastori’nin eğlencesinden,  lezzeti yerinde yemeklerinden ve özenli servisinden bahsetmemek olmaz. Üstelik Kosinitza veya Maria’nın Bahçesi gibi ‘gurme’ce modern meyhane lezzetleri değil, bildiğimiz patlıcan salatası, dolma, muhtelif otlar, zeytinyağlılar ve balık..Kurtları dökmek ve felekten gece çalmak için keyifli bir Yunan meyhanesi burası, fakat kafa dinlemek, sessizce demlenmek için bir sonraki önerime geçmelisiniz.

Son zamanlarda gittiğim meyhanelerin içinde en sevdiğimi sona bıraktım: Hatay Sofrası. Bostancı iskelesine çok yakın olan bu mekan; tam da eski meyhane havasını yaşatan, zamanında Cemal Süreya’nın uğrak yeri olan bir eski İstanbul meyhanesi… Duvarlarında türlü türlü edebiyatçı, yazar, sanatçı üstadların resimleri, şiirleri, yazıları mevcut olan Hatay Sofrası; 1960 yılında açılmış ve o yıllardan beri lezzetli yemekleriyle müşterilerini ağırlamaktaymış

Hatay Sofrası

Eğer köklü, abartısız meyhaneleri seviyorsanız, Hatay Sofrası ziyaret edilmesi gereken yerlerden biri diyebilirim.

Hayat hep o meze tepsisi gibi keyifli, oyuncaklı, lezzetli ve neşe içinde geçsin inşallah !

 

1 Yorum

Filed under Mutluluğun Tarifi : Yemek, Tadı Damağımda Kalanlar

Kahvaltı Sonrası Uzun Hikaye

Uzun tatil günleri geldi çattı; birçok kişi bu zamanları seyahatle değerlendirse de; azımsanmayacak bir güruh da İstanbul’da gününü gün etmeye devam ediyor.

Bu güneşli sonbahar günlerinde yapılabilecek bir dolu aktivite var; ben kendi başımdan geçen iki tanesini paylaşayım..

Ev yapımı reçelleri, bal-kaymak ikilisi, ekmek üstünde kavurma,sucuk gibi lezzetleri ve vitrinden size bağıran tatlıları-zeytin yağlıları ile; insana huzur veren, bir mahalle kafesinden bahsetmeliyim öncelikle : Kuzguncuk Pita..

Hobi olarak gurmelik yapan, boş zamanlarını güzel ve özel lezzetler bulmaya adayan arkadaşım İpek’in “gidilecek mekanlar” listesinde uzun süredir asılı duran bir yerdi burası..Kız kıza kahvaltı yapmayı planladığımız bir pazar sabahı için burayı uygun gördük ve çok da iyi bir karar verdiğimiz konusunda hemfikir olduk.

Kuzguncuk zaten semt olarak insanı Perihan Abla veya Süper Baba günlerine götüren, nostaljik ve sempatik bir yer..Pita da profesyonelce işletilen, ama amatör ruhunu kaybetmemiş bir kafe..Balları Datça’dan, reçelleri kendi yapımı ve tabaktaki her şeyin lezzeti yerinde..Ben yemedim ama yiyenler Pita ekmeği üzerinde gelen kavurmanın da çok lezzetli olduğu görüşündeler..Hal böyle olunca; Pita’ya veda ederken mutlu, huzurlu ve karnınızın tok olacağı aşikar..

Bu lezzet şöleninin ardından; tatil gününü taçlandırmak adına bir film seyretmenin keyifli olacağını düşünenler için tavsiyem ise “Uzun Hikaye” olacaktır. Filme 1 hafta önce gittim, fakat yazmak kısmet olmadı bir türlü..

Aslında uzun söze hacet yok; Kenan İmirzalıoğlu bence “Bulgaryalı Göçmen Ali” rolüne çok yakışmış, Osman Sınav konuyu pek güzel işlemiş, çekimler,  müzikler etkileyici..Neredeyse tüm oyuncular; perdede göründüklerinde “aaa” dedirten cinsten; bir nevi duayenler toplantısı diyebiliriz..Çocuk oyuncu Taha Yusuf Tan’ı da çok başarılı buldum, sevimli olmasının yanı sıra,  şahane bir oyun sergilemiş.

Birçok mecrada eleştirilen ve filme yakıştırılmayan Tuğçe Kazaz; bence olması gerektiği gibi rolünü yapmış ve göründüğü sahnelerde de sırıtmamış..Tabii bu tamamen şahsi fikrim; teknik açıdan yorum yapamam, ama beni rahatsız etmediğini söyleyebilirim.

En klişe tabirle “içinizi ısıtacak bir film” diyebilirim Uzun Hikaye için.. Hüzünlendim, güldüm, ağladım ve bozuk düzene, adaletsizliklere sinirlendim seyrederken..Bu aralar vizyonda olan filmlerin içinde en görülmeye değer olanı diye düşünüyorum..

Sağlıklı, mutlu, huzurlu, kahkahalı ve neşeli bayramlar…

3 Yorum

Filed under Kültür-Sanat, Tadı Damağımda Kalanlar

Beylerbeyi’nin İncisi – İnciraltı

Deminden beri düşünüyorum “Ben burayı nasıl daha önce yazmadım” diye..Acaba yazdım da hatırlamıyor muyum diye eski yazıları kurcaladım, lakin en ufak bir değinme bile göremedim..Sonunda benim bu şahane mekanı keşfimin; bloga ara verdiğim döneme denk gelmiş olduğuna kanaat getirdim.

İnciraltı meyhanesi; İstanbul’un en sevdiğim semtlerinden Beylerbeyi’nin göbeğinde, iskeleye çok yakın bir konumda bulunan, incir ağacı gölgesindeki avlusuna girer girmez insanı içine çeken, sevimli, eski usul meyhane havasında bir lokanta..

Meze tepsisi; görür görmez ağzımı kulaklarıma vardıran cinstendi, içinde yok yok!  Köpoğlu Mancası, Çerkez Tavuğu, Deniz Börülcesi, Uskumru Çirozu, Kaya Koruğu, Kuru Börülce Salatası, Topik, Uskumru Taratoru, Şevket-i Bostan Otu ve daha neler neler !

Mezelerin ve ara sıcakların güzelliğinden, ana yemeklerle çok fazla haşır neşir olmak kısmet olmadı, ancak ‘Asma Yaprağında Levrek’denemeye değer !

Fonda inceden Türk Sanat Müziği şarkıları çalıyor, rakı kadehleri eski usul; altlarında dantelle masaya geliyor. Ve son olarak; Türk Kahvesi yanında kendi yaptıkları likörle servis ediliyor.

Lezzetli yemekler, şahane mezeler, uzun sohbetlere eşlik eden sıcacık, neşeli bir bahçe, özenli ve kibar servis..Bir insan sevdikleriyle güzel vakit geçirmek istediği bir akşamda daha ne ister ki ?

Hepinize afiyet olsun !

2 Yorum

Filed under Tadı Damağımda Kalanlar