Çocukluk yıllarımın yaz dönemlerini Çanakkale’de geçirmiş olmama, hala her sene oradaki dostlarımızı ziyaret etmemize ve şehrin pek çok ilçesini görmüş olmama rağmen, Gökçeada’ya bir türlü denk gelememiştik.
Nihayet güneşli bir Mart hafta sonunda, yavaş şehir (cittaslow) ünvanını almaya hak kazanmış bu güzide adanın havasını solumak kısmet oldu.
Kabatepe iskelesinden başlayan yaklaşık 1.5 saatlik feribot yolculuğundan sonra adaya iniş pek hayal ettiğiniz gibi olmayabilir, zira Çanakkale’nin yeşil-mavi doğasına burada rastlamak mümkün değil. Ada ilk bakışta çorak, çıplak tepelerden oluşan, fazlasıyla boş ve sessiz bir yer gibi gelebilir gözünüze..Zaten eğer hareketli bir tatil beldesi ve gece hayatıysa aradığınız, Gökçeada size göre değil.
Ege Denizi’nin kuzeyindeki Gökçeada, ülkenin en büyük adası olmakla birlikte, sokaklarda kalabalık göremeyeceğiniz, toplu taşımanın da pek yaygın olmadığı bir yer.. Merkezinden başlayayım anlatmaya.. Meşhur Efi Badem Pastanesi’ne illa uğrana, kurabiyesinden alına ve her derde deva el yapımı doğal zeytinyağı kremi denene…Ama en önemlisi; yazarken bile ağzımı sulandıran, mis gibi süt kokan, tazecik “sakızlı muhallebi”den iki-üç tabak yenile..
Ada’da en sevdiğim yerler listesinde birinci sırada tabi ki Yakamoz Meyhanesi… Eski bir Rum köyü olan Yukarı Kaleköy’de, taş bina Yakamoz Motel’e bağlı, müthiş manzaralı, ortasından soba geçen, yıllardır hayalini kurduğum meyhane. Lokum gibi kalamar ve Rum böreği, ağızda dağılan kılıç şiş ve acaip yetenekli keman-klarnet-darbuka üçlüsü. Bir oynuyorum oturduğum yerde, bir gözüm doluyor, çünkü öyle bir çalıyorlar ki klarneti, kemanı, can dayanmaz. Hiç çıkmak istemedim o meyhaneden. Sanki bıraksalar günlerce orada oturabilirdim.
Listemin ikinci sırası; yine Kaleköy’de konuşlanmış Mustafa’nın Kayfesi. Bir kahve insana nasıl bu kadar huzur verir, içini açar, bilmiyorum. Dönüş feribotuna yetişeceğimiz için acele tarafından Dibek kahvesini içtik (güzeldi) fakat tam tadını çıkarmadım oranın telaştan..Bir dahaki gidişimizde meşhur sabah kahvaltısını denemeyi ve uzun uzun karşımızdaki dağ manzarasına bakıp sakinleşmeyi planlıyorum.
Mustafa’nın Kayfesi’nin hemen yanında şahane bir sabun atölyesi var. Klasik hikaye; karı-koca İstanbul keşmekeşinden sıkılıp yıllar önce Ada’ya yerleşiyor, acaip sempatik bu atölyeyi kuruyor ve el yapımı sabun, zeytinyağı, kolonya satışına başlıyor. Keçi sütlü sabun ve limon çiçeği kolonyası tavsiye olunur…
Zeytinli Köyü’nün taş evleri ve sokakları arasında dolanmanızı, sevimli kafelerinde sakızlı kahve ve muhallebi denemenizi ve zeytinliklerin arasındaki Rum köyü Tepeköy kahvesinde oturmanızı şiddetle tavsiye ediyorum. Aşağıda kahvenin fotoğrafı var, tam biz gittiğimizde şık şık giyinmiş insanlar kutlama yapıyorlardı, hayırdır dedik, meğer Rumların özel bir günüymüş. Bir keyif şarapları, kahveleri içiyorlardı. Bizi de aralarına aldılar, yarı Türkçe yarı Rumca, sanki yıllardır biz de o köydenmişiz de ahbaplık ediyormuşuz gibi konuşmaya başladık, güldük, eğlendik. Rum aksanını zaten oldu bitti pek severim..Yaşlı amcalar, hoşsohbet teyzeler bize oradaki hayatlarını, torunlarını anlattılar. Böyle sahneler beni niye bu kadar hüzünlendiriyor bilmiyorum. Yazdım aklıma…
Tepeköy kahvesinin biraz aşağısında Barba Yorgo meyhanesi var, lakin sezon açılmadığından buradaki yemek faslını bir sonraki gidişimize bırakmak durumunda kaldık. Ama tabi ki Yorgo Amca’yı bulduk, meyhanin yanındaki arsasında yetiştirdiği üzümlerden yapılma çam sakızı şarabını aldık. Yorgo bize tatlı tatlı yıllardır bu işi yaptığını, kayınpederi Taki’den öğrendiğini anlattı. Hatta Taki’nin 50-60 yıllık şarapları da meyhanenin bir köşesinde sergileniyordu. Onları asla satmazmış Yorgo…
Ada’dan alınabilecek pek çok şey var; Eski Bademli Köyü’ndeki Gökhan’ın Bal Çiftliği’nden bal, merkezdeki Ada Rüzgarı’ndan teneke ve sepet peyniri, dağ kekiği, karadut reçeli ve keçi sütlü sabun ilk aklıma gelenler.
Gökçeada’nın tek dezavantajı, arabasız bu saydıklarımın epey zor yapılacak olması. Başta da belirttiğim gibi; ortalarda minibüs, otobüs pek göremiyorsunuz, taksi de nadir. Saydığım köyler arasında yürüyerek dolaşmak imkansız denebilir. Bu da ziyaretçilere bir hatırlatma olsun…
Kefaloz sahilinde denize girip çamur banyosu yapmayı, Barba Yorgo’da sirtaki eşliğinde coşmayı, Eski Bademli Köyü’ndeki Son Vapur Oteli’nde karadut şurubu içmeyi ve yine Yakamoz’da (bu sefer güneş batmadan) demlenmeyi bekliyorum.
Bu gemi ne zamandır burada
Çoktan boşaltmış yükünü
Gece de olmuş, rıhtım da bomboş
Mavi bir suyun düşünü uyutur bir tayfa
Arkada, güvertede
Ah, neresinden baksam sessizlik gene.
Yürürüm usuldan, girerim bir meyhaneye
İçerde üç beş kişi
Yalnızlık üç beş kişi
Bir kadeh rakı söylerim kendime
Bir kadeh rakı daha söylerim kendime
-Söyle be! ne zamandır burda bu gemi
-Denizin değil hüznün üstünde.
Belki yarın gidecek
Bir anı gelecek bir başka anının yerine.
İnsan bazen ağlamaz mı bakıp bakıp kendine.
Edip Cansever