Tag Archives: hayat

10 sene mi?

Bundan tam on yıl önce bugün yazmış olduğum yazıyı paylaşacağım, tutmayın beni.

Sene 2012; beş yıl çalıştığım fabrikadan yeni ayrılmışım, sonrasında 8 yıl çalışacağım iş yerinden hiçbir emare yok henüz. Üslubuma bakılırsa oldukça pozitif ve dolu doluymuşum.

Binlerce olay, duygu, anı geçmiş üzerinden. Beynim, vücudum, hislerim; hiçbiri aynı değil artık. Mesela kitap dünyasından koptum, demişim. Oysa yeniden bağlandım sonrasında. Hem de kendi kitabımı çıkaracak kadar. Yüzlerce film, yazı, müzik aktı gitti. Sedef Adası’na denk gelemedim, lakin bir sürü başka güzel ada tecrübe ettim. 🙂

İnsanın eski ‘kendisi’ ile yıllar sonra karşılaşması değişik bir duygu. (1 Ağustos 2032 tarihine not, okuyanlara selam olsun.)

10 sene önce bugün yazdıklarım:

Yapılacak o kadar çok şey var ki…Okunacak bir yığın kitap var mesela…Çocukluğum ve ilk gençliğimde bazı geceler sabaha dönerken, annemin “haydi bırak kitabı da yat artık” uyarısı ile bile bırakamazdım kitabı…Fakat  önce üniversite; sonra da iş hayatı ile birlikte pek sevdiğim kitap dünyasından yavaş yavaş koptum.. 1.5 ay önce işi bırakmamla beraber; yapmak isteyip de zaman/fırsat/motivasyon bulamadığım işlerle uğraşma isteği uyandı bende..

Lakin bu sefer de bir boşluk, tembellik, “amaan nasılsa çok vaktim var, istediğimi yapabilirim” hissiyatı ile erteleme hasıl oldu bana.. Diyorum ya yapılacak çok şey var.. Daha önceki kitaplarını okumadığım Elif Şafak’ın Şemspare ‘si ile Orhan Pamuk’un Yeni Hayat ‘ı bekliyor rafta okunmayı.

İzlenecek filmler de var haliyle listede.. Kara Şövalye; Amerika’daki galasında yaşanan katliam sebebiyle beni kendinden soğuttuysa da, gidilecek filmler arasında ilk sırada duruyor şu sıralar..

Sonra her seferinde bir mani çıktığı için bir türlü gidilemeyen Sedef Adası var listemin en püfür püfür, en güneşli ve bol yüzmeli tarafında..Tatile gitmek kısmet olmadı henüz ama günübirlik Sedef Adası‘na gitsem, birazcık iyot kokusu alıp kendimi engin maviliğe bırakıp serinlesem; tüm yorgunluğumun gideceğini ve felekten en kolay yoluyla bir tatil çalacağımı hissediyorum.

Yaptıklarım da var elbet bu “erken emeklilik” süresince.. O kadar çok özlemişim ki geç saatlere kadar uyanık kalmayı, karga dışkısını yemeden uyanmak zorunda olmamayı, sair günde sokaklarda dolanmayı, köprü trafiğinin yoğunluğu ile ilgilenmemeyi, okumayı, yazmayı, dinlenmiş şekilde bir yerlere gitmeyi, sevdiklerimle vakit geçirmeyi..

2 Yorum

Filed under içimden geldiği gibi, Kültür-Sanat

Kayıtlara Geçsin

Ben, Zeynep Albaraz Gençer, karnımda trompet öttüren yeni fikrim/projem (hiç de sevmem bu proje sözünü)/hayalim için, Ekim 2021 itibariyle çalışmalara başladım.

Beni hareket ettiren güdü: Anlatmak.

Arzusu ile dolup taştıklarımı, beni yere serenleri, beynimi kemirenleri, heveslerimi dile getirmek.

Şaşkınlık sözleri, hayranlık belirtileri, küçümseme mimikleri ve ‘yapamazsın‘ bakışları arasında hayalimi meşrulaştırıp; geri adım ihtimalimi ortadan kaldırmak.

Basılmış ve 4. baskıya merdiven dayamış bir kitabım, –biri yurt dışı olmak üzere- birçok dergide yayımlanmış yazım, insan içine –henüz– çıkmamış öykülerim, 13 yıllık kurumsal tecrübem (ne demekse), gözlemlediğim binlerce olay, kurguladığım onlarca hikaye var. (Ha bir de Kasım ayında yeni çıkacak “Öykü derlemesi” kitabında tatlı bir hikayem – onu bilahare anlatırım.)

Başaramadıklarıma, mide ağrılarıma ve umutsuzluklarıma değinmeyeceğim. Onları bilmenize gerek yok.

Belki 1 sene sonra buraya gelir, “hayalimi gerçekleştiremedim” konulu, karamsar ve ümitsiz bir yazı dökerim içimden. Ona da eyvallah. Lâkin en azından uğraşacağıma dair sözüm; burada, yüzlerce okuyucunun önünde ‘kayıtlara geçsin’.

İlk kez bu içerikte bir yazı yazıyorum. Böyle bir paylaşımı nasıl bitirmek makbuldür?

“Hayallerinizin peşinden koşun” gibi bayat cümleler yazacağımı sanıyorsanız, beni hiç tanımamışsınız demektir.

Şu diyebilirim en fazla; bu yazıyı bitirdikten sonra elinize bir kalem alın. Mürekkebini bırakmak için hevesli olan, kağıdın üzerinde dans eder gibi yazanlardan. Ya da eski usul, pek sivri açılmamış kurşun kalem.

Sadece 3 madde halinde; yaşamak istediklerinizi yazın.

Ölmeden önceki film şeridinde yer almasını isteyeceğiniz türden bir şey var ise, onu düşünüp, ‘iz’ini kağıda bırakabilirsiniz.

Maksat kayıtlara geçsin.

10 Yorum

Filed under Gündem Dışı, içimden geldiği gibi

Dengesizliğin Dayanılmaz Ağırlığı

Kanepemden, işimden, kahveden, kavgalarımdan, dostlarımdan, diş taşlarımdan, gülmekten, iç çamaşırlarımdan, doğmuş olmaktan, ölecek olmaktan, adaletsiz dünyadan, pırasadan, anti-depresanlardan, ataletimden, enerjimden, fotoğraflardaki gülen yüzümden, çamaşır makinesinden, mezar taşlarındaki yazılardan, şarkılardan, fotosentezden, dopaminden, yargılamaktan, yadırgamaktan, ahmakıslatan yağmurdan, çift şeritli yollardan ve dönüşü olmayan yıllardan usandım!

Ne sebeple dünyaya geldiğimi bulmam gerekiyor. Bütün bu ızdırabın bir nedeni olmalı!

Zihnimden en keskin cümle dökülüyor usulca:

“Keşke hiç doğmasaydım.”

…………

Kalemleri, enginarları, kaybolan kitap ayraçlarını, aile bağlarını, aylaklıklarımı, kahverengi bot giymeyen tırtıllarımı, turunç reçelini, palmiyeleri, Gogol portresini, kemiklerimi, kahve çekirdeğini, sarılarak nefes kesmeyi, onun kirpiklerini, övülmeyi, sandıkta bekleyenleri, adrenalini, doğum günlerimi ve seni nasıl seviyorum!

Ne sebeple bunca güzelliğin bana bahşedildiğini bulmam gerekiyor. Bütün bu sonsuz mutluluğun bir nedeni olmalı!

Zihnimden en yumuşak cümle dökülüyor usulca:

“İyi ki gelmişim bu gezegene!”

&-&-&

(‘Tutunangiller’ fanzininde yayımlanan yazımdan alıntıdır.)

8 Yorum

Filed under Gündem Dışı, içimden geldiği gibi

İçim Dışım Sobe

Canım hiçbir şey yazmak istemiyor.

“Ne işin var o zaman burada?” diyorsunuz.

Annesinden dayak yediği halde, yine ‘anne’ diye ağlayan bir çocuktur aşk” cümlesi harika anlatır durumu aslında. Yazmak, konuşmak, sızlanmak istemesem de, yine soluğu burada alıyorum. Günlüğüm burası benim, oyun alanım, kuytu köşem, mağaram, yer altım, okyanus dibinden oksijene çıktığım katmanım. Ayda bir yazdığım için ‘aylığım’ demek daha doğru belki.

‘Blog’ kelimesi nereden geliyor biliyor musunuz?

‘Weblog’ yani “internet günlüğü” teriminin kısaltılmışı. (Böyle bilgiler insanın iç sıkıntısını bir anda dağıtıverir. )

Üç gün sonra buz gibi betonlar arasından çıkan, şaşkın, ağlamayı aklına bile getiremeyen kuzu insanı hem ağlatır, hem güldürür. Onu çıkarırken ağlayan koca koca insanlar burun direğini acıtır, boğazdaki yumruyu sağlamlaştırır.

Güzel sarıyoruz yaraları, ona şüphe yok.

Giden yardımları yağmalayan birkaç soysuza, hırsıza da aldırmıyoruz. Her yerde çıkar çürük ruhlar.

Müthiş destek, müthiş birlik.

Peki sonra?

Sonra ne olacak?

Binaların kolonlarını kesenler, çürük raporu sunulmasına, hasar tespiti istenmesine rağmen ses çıkarmayan ‘ileri (!) gelenler‘, kafasını kuma gömenler, utanmayanlar…

Hiçbir şeyin değişmeyeceğini biliyoruz.

Bir sonraki afete kadar sırasıyla kahrolma, alışma, sabır dileme, dua etme, korku, kanıksama, tevekkül, unutma.

Boş alanlara, toplanma bölgelerine –ağaçlar yerine– korkunç betonarmeler dikmeye devam.

Ölürsen, öldüğünle kalmaya devam.

Yazmak istediğim, aklımda dönüp duran çok konu; dünyada da bir o kadar acı var. Ucundan bulaştığın her acı, ruhunda bir iz bırakıyor; sen unuttum sanıyorsun, ama esasında kaybolmuyor.

Dünya, Güneş etrafında dönmeye devam ettikçe (sevimsiz tabirle yaş aldıkça), geçtiğin her yoldan bir toz konuyor üzerine.

Bazen silkiniyorsun, yere atıyorsun tozları. Sonra yenisi geliyor. Vazgeçmiyorsun. Yine toparlanıyorsun.

Bir daha.

Bir daha.

(Kapanış paragrafına, deprem tedbirlerinin okunmasını, çocuklara anlatılmasını, oturulan binaların kontrol edilmesini salık veren, yardım etmenin, birliğin, dayanışmanın kıymetini vurgulayan, ‘hayat cidden kısa, keyfini çıkarın’ temalı, umut aşılayan cümleler gelmeli. Lakin şu an pek gücüm yok.)

https://www.afad.gov.tr/deprem-oncesi-ani-ve-sonrasi-alabileceginiz-onlemleri-biliyor-musunuz

6 Yorum

Filed under Gündem, içimden geldiği gibi

Korkuyorum

Bu dünya iflah olmaz” demişim kitabımın 38. sayfasında. Sevmiyorum dünyayı ben. Niye sevmiyorum? Halbuki ne güzel okyanuslar, kiraz dalları, taç yaprakları filan var.


Ama benim milyarlarca yıl önce, nefis şekilde oluşmuş gezegenin kendisiyle derdim yok ki zaten.
Binlerce yıldır savaş diye bir saçmalık var. Kılıçtan geçirenler, ‘düşmanın’ derisini yüzenler, yakarak öldürenler, insanların kafasını kesenler var.


Sonra mesela 2 yaşında bebeğe, cinsel organını sokarak öldürenler var. 14 yaşında çocuğa şehrin ileri(!) gelen yavşaklarının (bit yavrularını tenzih ederim) aylarca tecavüz etmesi ve hiç ceza almadan hayata devam etmeleri gibi milyonlarca olay var. Kendi kızına tecavüz ederek hamile bırakan, sonra da yıllarca hem kızını hem de doğurduklarını evinin bodrumunda hapseden baba var.


Kölelik var mesela, ten rengi farklı diye bir insana yapılmış, okumaktan bile imtina edeceğimiz işkence yöntemleri var.
Para için eroin üreterek/satarak çoluk çocuk öldürenler, hayvanlara akla hayale gelmeyen eziyetleri yapanlar, biriyle birlikte oldu diye kendi çocuğunu canlı canlı gömenler, biraz daha zenginleşmek için sürüyle insanı açlıktan ölmeye mahkum edenler, deprem yardımına giden tırları yağmalayanlar, enkaz altında görünen kollardan yüzük çalanlar var.


– “Bunları niye okuyorsun? Niye didikliyorsun? Hayatın güzelliklerini görsene!” (Ben okumayınca yok olmuyor ki bunlar.)

Niye yazdım bunları? Beğeni almak için mi? Bilakis, en az beğeni bu tarz nevrotik yazılara geliyor. Kimse sevmiyor böyle negatiflikleri okumayı.

İçimi döktüm sadece. Bir halta yaramaz.

Yaşamak sağlığa zararlı mıdır acaba?

Uyanıp Dünya ile yüzleşmem lazım.


11 Yorum

Filed under Gündem, Gündem Dışı, içimden geldiği gibi

Tesadüf

Yaşam rastlantılarla dolu bir balondur ve ölümünüz; ağaca tırmanmış bir kediden kaçan güvercinin, gagasıyla o balonu patlatma ihtimali kadar yakındır.

O kedi ağaca; bahçede kudurmuş gibi havlayan, ağzı salyalı, zifiri siyah köpekten kaçmak için çıkmıştır.

Köpek; o gün sinirli bir sabaha uyanmış olan, asabi sahibinin pataklamalarından korktuğu için deli gibi ulumaktadır.

Asabi sahip neden sinirli uyanmıştır?

Rüyasında, çocukluğunda işlediği –her veledin huyu olan türden– masum, dikkate değmez bir kabahat işlemiştir.  Lâkin annesi onu kızgın yağ ile haşlamak suretiyle cezalandırmıştır.

Sahip, kolundaki yangını beyninin sol lobundaki tüm nöronlarda hissederek uyanmıştır. (Sağ lobunun tamamı; saçma bir aşk ile bağlı olduğu, kendisinden haberdar bile olmayan o meluna tahsis edilmiş olduğu için, devre dışıdır.)

Vücudunun sağ tarafı yanarken, iç çamaşırı (terden) sırılsıklam halde uyanır, rahmetli annesini hatırlayarak ağlamaya koyulur.

Onun canhıraş ağlamasını duyan zifiri siyah köpek delirir, vaveylayı duyan kedi korku içinde 9 metrelik ağaca tırmanır, güvercin can havliyle pike yaparak kanat çırpar ve BUM!

En güzel seyrinizdeyken, ölürsünüz.


Geçenlerde, robotların çocuk doğurma yetisine ne zaman sahip olabileceğine dair felsefi ve boğucu bir sohbet yürüttükten yaklaşık 1 saat sonra izlediğim animasyonda, bebek doğuran seks robotlarının yaşadığı ütopik bir galaksinin anlatıldığını şaşkınlıkla seyretmem sizce tesadüf mü?

Yoksa benim o filmi izleyeceğimi bilen “kader”, zihnime bu fikri mi yerleştirdi?

Acaba bu yazıyı yazarak, okuyan birinin yaşayacağı tesadüfe zemin mi hazırlıyorum?

 

“Kainatta, tesadüfe tesadüf edilmez.”

Socrates

 

 

13 Yorum

Filed under Gündem Dışı, içimden geldiği gibi

Tabut Güncesi

Toprağın altından yazıyorum size bunları. Hemen ekşitmeyin yüzünüzü, daha 3 gün oldu gömüleli, hala son gördüğünüz gibi yüzüm ve ellerim.

Hayatımın muhasebesini yapmak için epey vaktim oldu, zira burada düşünmekten ve yazmaktan başka hiçbir işim yok.

Sizi izliyorum; oradan oraya koşturuyorsunuz telaşlı karıncalar misali, tıpkı 4 gün öncesine kadar benim de yaptığım gibi.

Burayı size nasıl tarif etsem; kuş olup uçmanın bile hafif kalacağı bir özgürlük.

Sınır yok, kısıtlama yok, baskı yok; hep için için hayal ettiğiniz gibi.

Aklınızdan geçenleri yapmakta zorlanıyorsunuz hâlâ, görüyorum. Oğuz Atay’ın “Kötü bir resim asarım korkusuyla hiç resim asmadım. Kötü yaşarım korkusuyla hiç yaşamadım”  cümlelerine ilk rastladığımda 23 yaşındaydım. Kendimi yokladım önce, “yok canım, ben bugüne kadar ne istediysem yaptım” dedim cılız bir sesle.

Aynı satırları ikinci kez okuduğumda bu sefer otuzlu yaşları devirmiştim. “Ah” dedim içimin en dip köşesinden…”Bu benim işte…!”

Ebediyetten gönül rahatlığıyla bildiriyorum şimdi size: Hangi resmi asmak istiyorsanız asın, kimi sevmek istiyorsa gönlünüz, çılgınca sevin ve hayatınızı nasıl geçirmek istiyorsanız öyle geçirin.

En kötü ne olabilir ki? Olsa olsa beğenilmeyen bir resim asmış olursunuz. Hem diğerlerinin sizin yaptıklarınızı onaylaması veya takdir etmesi neden önemli olsun ki? Kim için yaşıyorsunuz, neye heba ediyorsunuz tek ömrünüzü?

Tuzu kuru bir hayalet olduğum için belki de fazla hayalperest buluyorsunuz bu söylediklerimi. Size burada “hayat çok kısa, dilediğinizi yapın” edebiyatı yaptığım için alay ediyorsunuz belki de benimle içinizden.

Hem zaten ben her istenenin yapıldığı bir hayata hiç denk gelmedim…

Filmlerde bile izlemedim. Çünkü insan hep sonraki adımlarını, başkalarını, olası sonuçları düşünür, kuruntular içinde beynini kemirir durur.

Ama ben sizi gördüm! Üzerime toprak atarken kocaman şehirde kaybolmuş bir bebek gibi çaresiz ve korku doluydu gözleriniz. Ölümden korkuyordunuz, kaybetmekten, yok olmaktan deli gibi korkuyordunuz!

Çünkü insan yaşamaktan korkar, ölmekten korkar, sevmekten korkar. Hele ağır bedeller ödemekten ödü patlar.

Her yaptığımızın bir bedeli olmak zorunda mı sanki?

Oysa bir yol seçip pişman olduktan sonra dönüp kaldığımız yerden devam edebilsek ne kolay olurdu her şey.

Ben ipe sapa gelmez konuşmalara başladım, biraz ayarsız öldüm galiba!

Yaşarken ayarını bilememiştim ki, bu boşlukta nasıl bileceğim.

Görünmez zincirlerinizi, ellerinizi bağlayan halatları çözün, koparın, kırın. Çok geç olmadan yapın üstelik.

Yaşanamayanların pişmanlığı; gelip geçmişlerden daha keskin.

Çok acıtıyor.

Yaşadım, oradan biliyorum.

 

16 Yorum

Filed under içimden geldiği gibi

Paradoks

Hiçbir şeyi tam manasıyla kavrayıp çözemeden öleceğim.

Tahammül edemediğim, korktuğum, anlamadığım onca olayı içime sindiremeden, kendimi bulamadan, içimdekileri dökemeden, sevgimi gösteremeden, endişelerimi dile getiremeden, doya doya ağlayamadan, yeteri kadar gülemeden.

Yeşil cenaze arabası trafikte önüme çıktığında hissettiğim o derin sessizlik ve ürkütücü huzur duygusunu tarif edemeden.

“Bak bütün dertleri bitmiş, terk-i diyar eylemiş” ile “Ah kim bilir ne hayalleri vardı kursağında kalan” arasında mahcubiyet duyarak.

Ambulans sireni ciğer yırtar gibi inliyorken; aklımdan geçen merhamet, acıma, “şükür benim yakınım değil” bencilliğini iliklerime kadar hissederek.

Bir felaket haberini okuyup ah vah ettikten 3 dakika sonra, hiçbir şey olmamış gibi hayatıma devam edebilecek vurdumduymazlığa ulaşamadan.

En mutlu anımda “ona bir şey olursa” korkusu içinde gözlerim dolarak.

İnsanlığa, kendime faydalı bir eylemde bulunmak için yanıp tutuşurken, parmağımı bile oynatacak gücü bulamadan.

Neden doğduk diye sorgularken, toprağın altına girmekten deli gibi korkarak.

Ve içim dışım bir gibiyken, aslında görünenin zıttı olarak.

 

13 Yorum

Filed under içimden geldiği gibi

Bir Varmış, Bir Yokmuş

Ben şimdi biraz felsefe yapacağım. İşin açıkçası, evcilik oynar gibi filozofçuluk oynayacağım. Kafamda kurduğum ipe sapa gelmez, boş düşünceleri yazıya dökeceğim. “Ben böyle şeylere inanmam, sorgulama sevmem, anı yaşarım, olan bitenin değişimiyle, geçmişiyle ilgilenmem” diye düşünenler, okumamalı bence. Ya da ayıracak birkaç dakikaları varsa, buyursunlar. Zaten genelde düşündüklerimin %10’unu yazıyorum, o yüzden kısa sürecek.

Mağarada duvara resimler çizen insan soyu, kendini birden bankaların, parlamentoların, heyula gibi gökdelenlerin içinde buldu, garip değil mi?

Aradan binlerce yıl geçmiş olması, bu dönüşümün ansızınlığını değiştirmiyor; üstelik zamanın göreceliliği bunca ayyuka çıkmışken. (Ayyuk kelimesinin, gökyüzündeki parlak yıldızlardan birini tarif ettiğini yeni öğrendim. Sürekli kullandığımız, kalıplaşmış deyimlerin kelime anlamını bulmayı seviyorum. Peki bu sizi ilgilendirir mi? Zannetmiyorum.)

Ya her şey bir sanrı ise? Ya o klişe felsefe söylemi doğru ise?

Şu an elimde tuttuğum kalem (evet yazıyı önce defterime yazdım),  içindeki 0.7 ucun üretildiği karbon, madeni paralar, koyunlar, çarşaflar, portakal ağaçları, kitap ayraçları, füzeler, Babil’in Asma Bahçeleri, petroller, öpüşmeler, diş dolguları, yalanlarımız, babaannemin anlattığı semaver…Var mıyız gerçekten?

Bu fuzuli konuya niye bu kadar tutunuyorum acaba‘ diye düşündüm, sonunda buldum. Galiba içimden, gizli gizli, bu “sanrı” olayına inanmayı arzu ediyorum.

Bütün her şey bir hayalden ibaret olsun, yaşayacağımız esas dünya bu olmasın istiyorum. Haydi biraz da edebi atıfta bulunayım; Can Yücel’in şiiri gibi; “Başka Türlü Bir Şey” diliyorum.

Okurken saçma geliyor, değil mi? Halbuki düşünürken hiç de öyle gelmemişti. Zaten ezelden beri düşündüklerimi hakkıyla aktarmakta zorluk çekmişimdir.

(İşte tam bu noktada, beni tanıyanların bir kısmı, “Yok canım, sen her zaman güzel ifade edersin kafandakileri” derken, hatırı sayılır bir grup da “Ne anlatıyorsun sen, hiç anlamıyoruz” diyecektir.)

Dememiş miydim? İnsanı en yakınındakiler bile tam manasıyla an-la-ya-mı-yor. Beni, bunun aksine inandıracak bir olay henüz vuku bulmadı.

Madem sohbet havasında geçiyor bu yazı, şunu da itiraf edeyim de bitsin bu vasıfsız iç dökme: Öleceğimiz tarihi hiç bilmememize rağmen, ayaklarımızı bu denli sağlam basarak gelecek planlaması yapmamız beni aşırı hayrete düşürüyor.

Ne yapalım yani, her an yarına çıkmayacakmış gibi mi yaşayalım” diyecek olanlara cevabım yok.  (Aslında var ama bütün bildiklerimi paylaşamam.)

Son bir edebiyat, son bir gayretle bu konuyu toparlayan en güzel dizeleri paylaşayım o zaman:

Kimsenin öldüğü yok, 

Yaşadığı da.

Herkes biraz var, o kadar

Edip Cansever

 

 

 

 

15 Yorum

Filed under içimden geldiği gibi

Hey Gidi Koca Dünya

Bu dünya iflah olmaz bunca bencillik, düzenbazlık ve kandırmaca içinde. Mevzu derin, kafama takılıyor, acaba 2000 yıl önce de böyle sohbetler ediyor muydu insanoğlu ? Yaşadığı dönemin hızından, adaletsizliğinden yakınıyor muydu ? “Komşuculuk öldü be canım, eskiden mağaradan bir çıkardık, herkes tanıdık, eş-dost ahbap..Şimdi nerdeee, herkes evden ava-avdan eve” gibi konuşmalar duyuluyor muydu etrafta ? Herkes şikayet edip, köşeyi dönmek ve yırtmak için birbirinin üstüne basıyor muydu çekinmeden ? Bunca savaş, katliam, pislik olabileceğini düşünüyor muydu insan denen mahluk, parayı icat ettiğinde ?

Bu devirde babana bile güvenme” sözleri ile büyüdük biz. Sahi hangi devirde başladı ki bu uyarı ? Bunca milyar yılı kimseye güvenemeden mi geçirdi ademoğlu ? Kime sorsan “nerede eski bilmemneler” diye başlıyor anlatmaya, geçmişe, nostaljiye özlem büyük. Belki de mazi olunca unutuluyordur kötü günler, kimbilir…

Ne tuhaf geliyor düşündükçe. Tüm canlılar için bilinen tek kesinlik, bir gün hepsinin yok olacakları, fakat buna rağmen öyle dünyevi zırvalar için heba ediyoruz ki kendimizi. Sanki hep buradaymışız, hiç göçmeyecekmişiz gibi.

Günlük hayatta sorgusuz kabul ettiğim ve sindirdiğim, ama esasen aklımın almadığı o kadar çok şey var ki..Nasıl oluyor da birkaç tuşa basarak binlerce kilometre uzakta birini aramamı sağlıyor telefon denen icat ? Sinyal, verici, alıcı, Graham, frekans, santral…Bunların hiçbiri beni tatmin etmiyor, kafam almıyor. Hele o tonlarca ağırlıktaki uçak nasıl süzülüyor havada insan elinden çıkma motoruyla, kanadıyla ? Bu sohbet ne zaman açılsa “kanadın altında oluşan kaldırma kuvveti” ve “aerodinamik prensipleri” havada uçuşuyor ama yok, algılarım yetmiyor tam olarak açıklamaya.

Başlıbaşına mucizenin ta kendisi bu dünyaya gelmek esasında. Bir insanın içinde başka bir insan oluşuyor, büyüyor ve dışarı çıkıyor, kulisten sahneye gelir gibi. Bizim ufacık aklımızın alabileceği bir olay mı bu sanki ?

Sonra bir bakıyorum salyangozun teki duvara yapışmış öylece duruyor, saatlerce, günlerce..Elimde değil, merak ediyorum hayatını yaşayış ve algılayış şeklini. Ne hissediyor, santim oynamadan orada bunca zaman.

Hayat hep koşturmaca diyoruz da, yarış daha ana rahmine düşmeden başlıyor; adeta hızlı koşan kapıyor yumurtayı ve kimbilir hangi tesadüfler, matematikler kesiştiriyor ‘dünya’ ile yolumuzu.

Kafam çok karışık.

Yorum bırakın

Filed under Gündem Dışı, içimden geldiği gibi