- Son yıllarda kitapçılarda yaşadığım moral bozukluğundan bahsedebilir miyim? Okunması gereken binlerce kitap olduğunu görünce yaşadığım eksiklik duygusundan, ‘bu kadar bilgiyi nasıl öğreneceğim‘ korkusundan, ‘millet her şeyi yalayıp yutmuş, geride kaldım‘ kompleksimden…Örneğin Oğuz Atay’ın bir söyleşisinde öykündüğü yazarların adı geçiyor, çoğunu hiç bilmediğimi fark edip telaşla isimlerini ve eserlerini aratıyorum. ‘En azından hangi tarihlerde yaşamışlar onu bileyim‘ diyorum…Sonra çoğunu unutuyorum…Sevdiğimi iddia ettiğim bazı yazarların sadece bir kitabını fi tarihinde okuduğumu görüp utanıyorum… Kendimi kitapların içine gömüp, gerçek dünyanın pisliklerinden uzaklaşsam diyorum, o da olmuyor. Metrobüste hayatta kalma savaşı sırasında ısrarla kitap okuyabilen insanlar var mesela. Oysa ben karşımda ağlayarak annesinin ömrünü törpüleyen bebeği incelemeyi veya yanımdakinin telefonundan yazışmalarını gizlice dikizlemeyi daha eğlenceli buluyorum.
- Telefonları gönül rahatlığıyla kapatabildiğimiz tek yer ‘uçak’ sanırım. Aksi takdirde hep cevap vermek zorundasın arayanlara… Çalıyorsa ve açmıyorsan ayrı dert, kafa dinlemek isteyip “ulaşılamıyor” olsan ayrı. Evet; “cep telefonu olmadan ne yapıyorduk” kısmı doğru, ama modern pranga olduğu gerçeğini yadsıyamam.
- Çatalı ağır çekimde ağzına götüren, dudaklarını kibarca kapatmak suretiyle lokmasını dili ve damağı arasında kaydıran zarif insanları gördükçe, kendimi elindeki eti ağzıyla parçalayan,”kımız getir bana hancı” diyen Tarkan gibi hissediyorum.
- Ölmek size de tuhaf gelmiyor mu? Niye bunu konuşmuyoruz hiç? Tabut denen tüyler ürpertici daracık tahta parçası içinde toprağın altına gireceğimizi düşününce aklınız çıkmıyor mu? “Doğmak” kelimesi için sadece ‘dünyaya gelmek’ tabirini kullanıyorken, “ölmek” için 50’den fazla söz grubu olması dikkatinizi çekmiş miydi? (vefat etmek, rahmetli olmak, gebermek, Hakk’ın rahmetine kavuşmak, can vermek, merhum/e olmak, dünyadan göçmek, nalları dikmek, cavlağı çekmek, gözlerini kapamak, mevta olmak…)
- Seneler evvel beni çok üzen bir konu vardı ve ben bunu yazarak hafifletmek istemiştim. Ama o kağıdın bulunmasından o kadar korkmuştum ki, kelimelerin sadece baş harflerini yazarak sayfaları doldurmuştum. Dünyanın tüm şifre çözücüleri gelse çözemezdi yani. Ameliyattan önce anesteziste de 10 defa “lütfen beni ayılmadan önce kimseyle görüştürmeyin” diye tutturmuştum. Sanki dünyanın en önemli sırlarını saklıyormuşum ve herkes benim boktan bilinçaltımın peşindeymiş gibi…Neden kendimizi ve olaylarımızı bu kadar önemsiyoruz acaba?
- Ödüllü bir filmin baş karakteri olan nobel ödüllü yazar diyor ki: “Yazılarımın beğenilmesi gururumu okşadı, ama akademisyenlerin, kralın ve uzmanların onayladığı konfor alanında olmak beni bitirdi.” Özetle bahsettiği şu; yazar dediğin aktivist olmalı, anarşist olmalı, dünyayla ters düşmeli, herkes tarafından beğenilmemeli, yanlışlıkları söylemeli… Yazar değil de ‘yazan’ biri olarak şunu düşündüm: Dünyadaki yanlışları, puştlukları söylemek kolay da, kendi yanlışlarımı nasıl itiraf ederim? Sevilmeme, beğenilmeme ve onaylanmama korkusu ile nasıl baş ederim?
- “Sevmek” karşılıksız bir eylem…Sevişmek deyince çift taraflı işteş fiil oluyor. “Bakmak – bakışmak” gibi. Bakmadan bakışamazsın, ama sevmeden sevişebilirsin. (Cinsel felsefe diye bir dal varsa eğer, ben şu an –üstüme vazife olmayarak– oradayım.) Bu arada; beyin sevişmesi diye bir şey var. Konuşarak, bakışarak iç içe geçmek olarak tanımlayabiliriz belki. Tarifi güç. Hem biz şarkılarda “sevişmek” kelimesine gelince sesini kısan bir nesiliz. Böyle şeyler uluorta konuşulmaz…