Monthly Archives: Ekim 2012

Çifte Bayram

Bir bayram daha eksildi ömrümüzden dün itibariyle, bugün bir yenisini; Cumhuriyet Bayramını idrak ediyoruz milletçe.. Ortalık her zamankinden daha karışık, bulanık ve de karanlık..Yasaklanan yürüyüşler, protestolar, biber gazları eşliğinde sosyal medyada, sokaklarda sesimizi duyurmaya çalışıyoruz umarsızca.

TDK’nın internet sitesine baktım; bayramın kelime karşılığı neymiş acaba diye; aşağıdaki 3 madde ile karşılaştım :

1. isim Millî veya dinî bakımdan önemi olan ve kutlanan gün veya günler

2. Özel olarak kutlanan gün
Üzüm bayramlarının eğlencelerinde bulunmak istiyorum.” – H. E. Adıvar

3. Sevinç, neşe
Sandalda, gemide bir sevinç, bir bayram, el çırpmalar, gülüşler, yaşalar.” – N. Cumalı

Nedense bu maddelerin hiçbiri bizim ülkemizde tam manasıyla gerçekleşmiyor; ne bir özel gün kutlamasının yaşattığı o coşkuyu tam olarak hissedebiliyoruz, ne de 3. maddede yer alan “sevinç,neşe” duygularını.

Öyle bir ülke ki burası; Anıtkabir’e yürümek isteyen parti liderine biber gazı sıkılabiliyor ve bir milletin coşkulu kutlaması engellenmeye çalışılıyor.

Aslında bugün; Kurban Bayramı tatilinde yaptığım Çanakkale seyahatinden, Bozcaada’da yazdan çaldığımız birkaç saatten, Bayramiç’ten, Kepez’den dem vuracaktım. Ancak günün manasını da dikkate alarak; içimden çifte bayram yazısı geldi. Hepimizin geçmiş Kurban Bayramı ve 89. Cumhuriyet Bayramı kutlu, mutlu ve umutlu olsun…

 

 

 

 

(Bu resim 2010 yılındaki Assos gezimizde tarafımdan çekilmiştir)

Yorum bırakın

Filed under Gündem, içimden geldiği gibi

Kahvaltı Sonrası Uzun Hikaye

Uzun tatil günleri geldi çattı; birçok kişi bu zamanları seyahatle değerlendirse de; azımsanmayacak bir güruh da İstanbul’da gününü gün etmeye devam ediyor.

Bu güneşli sonbahar günlerinde yapılabilecek bir dolu aktivite var; ben kendi başımdan geçen iki tanesini paylaşayım..

Ev yapımı reçelleri, bal-kaymak ikilisi, ekmek üstünde kavurma,sucuk gibi lezzetleri ve vitrinden size bağıran tatlıları-zeytin yağlıları ile; insana huzur veren, bir mahalle kafesinden bahsetmeliyim öncelikle : Kuzguncuk Pita..

Hobi olarak gurmelik yapan, boş zamanlarını güzel ve özel lezzetler bulmaya adayan arkadaşım İpek’in “gidilecek mekanlar” listesinde uzun süredir asılı duran bir yerdi burası..Kız kıza kahvaltı yapmayı planladığımız bir pazar sabahı için burayı uygun gördük ve çok da iyi bir karar verdiğimiz konusunda hemfikir olduk.

Kuzguncuk zaten semt olarak insanı Perihan Abla veya Süper Baba günlerine götüren, nostaljik ve sempatik bir yer..Pita da profesyonelce işletilen, ama amatör ruhunu kaybetmemiş bir kafe..Balları Datça’dan, reçelleri kendi yapımı ve tabaktaki her şeyin lezzeti yerinde..Ben yemedim ama yiyenler Pita ekmeği üzerinde gelen kavurmanın da çok lezzetli olduğu görüşündeler..Hal böyle olunca; Pita’ya veda ederken mutlu, huzurlu ve karnınızın tok olacağı aşikar..

Bu lezzet şöleninin ardından; tatil gününü taçlandırmak adına bir film seyretmenin keyifli olacağını düşünenler için tavsiyem ise “Uzun Hikaye” olacaktır. Filme 1 hafta önce gittim, fakat yazmak kısmet olmadı bir türlü..

Aslında uzun söze hacet yok; Kenan İmirzalıoğlu bence “Bulgaryalı Göçmen Ali” rolüne çok yakışmış, Osman Sınav konuyu pek güzel işlemiş, çekimler,  müzikler etkileyici..Neredeyse tüm oyuncular; perdede göründüklerinde “aaa” dedirten cinsten; bir nevi duayenler toplantısı diyebiliriz..Çocuk oyuncu Taha Yusuf Tan’ı da çok başarılı buldum, sevimli olmasının yanı sıra,  şahane bir oyun sergilemiş.

Birçok mecrada eleştirilen ve filme yakıştırılmayan Tuğçe Kazaz; bence olması gerektiği gibi rolünü yapmış ve göründüğü sahnelerde de sırıtmamış..Tabii bu tamamen şahsi fikrim; teknik açıdan yorum yapamam, ama beni rahatsız etmediğini söyleyebilirim.

En klişe tabirle “içinizi ısıtacak bir film” diyebilirim Uzun Hikaye için.. Hüzünlendim, güldüm, ağladım ve bozuk düzene, adaletsizliklere sinirlendim seyrederken..Bu aralar vizyonda olan filmlerin içinde en görülmeye değer olanı diye düşünüyorum..

Sağlıklı, mutlu, huzurlu, kahkahalı ve neşeli bayramlar…

3 Yorum

Filed under Kültür-Sanat, Tadı Damağımda Kalanlar

Şöhretin Bedeli

Başlıktaki sorunun cevabı birçoğumuz için farklıdır, eminim ki..Ünlü olmak için büyük arzu duyanların varlığı yadsınamaz ancak; küçük ve kapalı dünyasında mutlu olan, kimse tarafından tanınmak istemeyen kişiler de vardır bu dünyada..

İşte Filmekimi’nde sırf yer bulduğum ve zamanı uyduğu için gittiğim, dolayısıyla beklentisizce izlemeye koyulduğum Superstar filmi tam da bu konunun üzerine parmak basıyor ve hiç ummadığım şekilde gözlerimi ekrandan ayırmadığım bir 2 saat geçirmemi sağlıyor.

Gayet sıradan, naif, kendine göre huzurlu bir hayatı olan ve bir geri-dönüşüm fabrikasında çalışan Martin Kazinski; günün birinde işe giderken yaptığı rutin metro yolculuklarından birinde garip bir olayla karşılaşır..Metroda yolculuk eden insanlar durup dururken bu naif adamın ismini söylerler , hatta çığlık çığlığa bağırırlar ve fotoğraflarını çekerler.. Kazinski bu durumdan hiçbir şey anlamaz ve işler giderek çığrından çıkar. Artık bu naif adamcağzın hiçbir özgürlüğü, huzuru kalmadığı gibi; onun üzerinden medya patronları da kendilerine pay çıkarmaya çalışmaktadırlar.

Filmdeki “aniden aşırı ünlü olma durumu” biraz abartılıp karikatürize edilmiş olsa da; günümüzde de bir video ile meşhur olan, her tarafta yazılıp çizilen, akabinde 1 hafta içinde unutulan pek çok karakter mevcut.

Fransa-Belçika ortak yapımı filmin yönetmeni Xavier Giannoli’nin iyi bir iş çıkardığını söylemek gerek sanırım..Teknik, sinematografik ve dramaturjik açıdan eleştiri yapabileceğim bir sinema bilgim yok; ancak başka türlü çekildiğinde biraz sıkıcı ve gergin olabilecek bir filmi, son derece ilgi çekici ve hareketli işlediği aşikar..

Ünlü olmanın dayanılmaz ağırlığı altında ezilen ve “azıcık aşım, kaygısız başım” hayatına geri dönmek için çırpınan Martin Kazinski’nin hikayesi izlemeye değer. ” Filmin türü ne? ” derseniz; biraz karışık bir tanımlama olsa da;  “trajik melodram” diye cevaplarım.

Yorum bırakın

Filed under Kültür-Sanat

Roma’ya Sevgilerimle

Evet bildiniz !  Woody Allen’in son “şehir” filmi olan “To Rome with Love (Roma’ya Sevgilerle) adlı seyirliği hakkında yazacağım bugün..

New York filmleri ve Barcelona – Paris güzellemelerinden sonra; Avrupa’nın pek gözde ve sevilen İtalya şehri Roma’nın filmini yapmak istemiş Woody Allen bu kez.

En klişe tabirle; “bol bol Roma manzaraları görebileceğiniz ve neşeli, sıkılmadan seyredebileceğiniz, art arda skeçlerden oluşan bir film” açıklamasını yapabilirim bu eser için.

Woody Allen’in kadrolu oyuncusu Penelope Cruz, İtalya’nın gururu Roberto Benigni, yılların eskitemediği Alec Baldwin ve tabi ki Woody Allen gibi isimlerin perdede boy gösterdiği; popülaritesi yüksek isim ve imgelere yer veren bu filmi izlerken sıkılmadım; lakin pek fazla duyguya da gark olmadım, hislenmedim, heyecanlanmadım, gülmedim, ağlamadım..Öylece seyrettim filmi, içine fazla giremeden, kendimi kaptırmadan..

Belki o anki psikolojim buna müsade etmedi, belki de film gerçekten sabun köpüğü bir seyirlikti..Farklı farklı hikayeler mevcut; benim en çok beğendiğim bölümler; kasabadan Roma’ya gelen evli çiftin; Penelope Cruz’un canlandırdığı Anna’nın da hayatlarına sızmasıyla yaşadıkları karmaşık & komik hikaye ve Roberto Benigni’nin canlandırdığı Leopoldo’un sebepsiz meşhur olma öyküsü idi..Tabi bunda Benigni’nin muhteşem oyunculuğunun etkisi yadsınamaz.

Ez cümle; “bu filme kesinlikle gidin, kaçırmayın” gibi bir yorum yapamam elbette; ancak bu tip hareketli, koşturmalı, kafayı yormayan filmlerden hoşlanıyorsanız ve seyredecek daha iyi bir filminiz yoksa; neden olmasın ?

2 Yorum

Filed under Kültür-Sanat