Monthly Archives: Mayıs 2010

Yeni Keşfim : Yol Project

Uzun bir aradan sonra pek tatmin edici bir ‘canlı canlı’müzik ziyafetine şahit oldum, ben bu adamları nasıl daha önce dinlemedim diye hayıflandım, dans ettim, hopladım, hüzünlendim, kısacası şekilden şekle girdim, gecenin sonunda Ortaköy Jazz Center’dan ayrılırken hem kulaklarımın pası, hem de beynim temizlenmiş gibiydi..

Önce hikayelerine biraz değinelim; Zeki ve Orçun kardeşlerin önderliğinde 90’lı yıllarda temelleri atılan grup, seneler içinde bir dolu farklı yerde sahne almış, Hayal Kahvesi, North Shield, Chicago Bulls, Kemancı ve Mojo bunlardan bazıları.. Yaptıkları müziğin yelpazesi çok geniş ve doyurucu, esas çıkış noktaları Rock ve Blues, ancak Santana’dan Elvis’e, REM’den Pink Floyd’a, Mor ve Ötesi’nden Şebnem Ferah’a her telden meşk ediyorlar.

Sahnede acaip rahat ve esprililer, seyirciyle sohbet ediyorlar, hikayelerle şarkıları bağlıyorlar, oradan oraya zıplayıp seyirciyi –pozitif manada– ambale ediyorlar..Bu arada seslerinin ve kulaklarının muhteşem olduğunu hemen not düşeyim, şarkılarla –orijinallerine sadık kalarak– pek profesyonelce oynuyorlar..

Biri vokal yapıp gitar çalarken davula geçiyor, beriki şarkının orta yerinde armonikayı çıkarıp çalıyor, sonra akustik gitarı eline alıyor..Velhasıl bu adamların paçasından yetenek akıyor..

Eğer bu anlattıklarım kanınızı biraz kaynatıyorsa;  şu adresten takip etmenizi öneririm, aylık programları ‘takvim’ başlığı altında görülebiliyor.. Şöyle eskilere gideyim, güzel bir akşam geçireyim, hareketlenip coşayım diyorsanız, şiddetle tavsiyemdir bu güzel grup..Şimdiden iyi eğlenceler..

Not: Edindiğim bilgilere göre; aslında grup ilk başta 80’li yılların sonunda 3Gen ismiyle Zeki ve Mehmet tarafından kurulmuş, sonraları Zeki’nin kardeşi Orçun da aralarına eklenmiş, Grup Yol bu şekilde dünyaya gelmiş..

5 Yorum

Filed under Kültür-Sanat

Uzaklara Gidelim, Kendimizi Keşfedelim

İtiraf ediyorum; başlığı ilgi çekici olsun diye attım..Çünkü -neden bilmiyorum– sıkışık zamanlara anlık mutluluklar sıkıştıran yorgun insanoğlu, zaman zaman ‘tası tarağı toplayıp gitmek, güneye yerleşmek, tatile çıkmak ve rutinden kaçmak‘ istiyor..Aslında hakkında yazmak istediğim konu “Away We Go” adlı film; direk bu istekten dem vurmasa da; bu konunun yörüngesinde ilerliyor, mevcut düzeninden memnun olmayanları can evinden yakalıyor.

Başrollerini Maya Rudolph (Verona) ve John Krasinski’nin (Burt) paylaştığı, Catherine O ‘Hara, Jeff Daniels ve Maggie Gyllenhaal’in yan rollerde renk kattığı filmin yönetmeni Sam Mendes.

6 aylık hamile Verona ile Burt birbirini gönülden seven,garip hırsları olmayan, tek amaçları çocuklarını mutlu-mesut yetiştirmek olan sevimli bir çifttir. Verona’nın ailesinin ölmüş olması ve ablasının da başka şehirde yaşaması sebebiyle; etraflarında akraba,eş-dost nevinden sadece Burt’un anne-babası bulunmaktadır.. Günün birinde anne-babanın düzenlerini bozup Amerika’dan taşınmaya karar vermesiyle, genç çift de ‘yerleşik düzen’ kurmak ve aradıkları sıcak aile ortamını bulmak için Amerika’yı karış karış gezerler.

Her şehirde farklı tanıdıklarıyla birkaç gün geçirirler, oradaki hayatın kendilerine ve doğacak bebelerine uygun olup olmadığını tartmaya çalışırlar, bu sırada birbirlerine olan bağlarını bir kez daha keşfetmiş olurlar..

Bir film için bu sıfatı daha önce kullanmamıştım sanırım, ama bu filmin çok “insancıl” olduğuna değinmeden geçemem..İçiniz ısınıyor, kendi ilişkinizi, aranızdaki bağı, neleri göze alabileceğinizi, karşınızdakini ne kadar kabullendiğinizi ve çocuğunuz için esas önemli olanın ona verdiğiniz sevginizi hissettirmeniz olacağını düşünüyorsunuz.. Bu arada; filmin müzikleri Alexi Murdoch’a ait ve sahnelerle çok çok uyumlu, pek güzel..

……İyi Seyirler……

2 Yorum

Filed under Kültür-Sanat

Yaz Yazıları-İstanbul-

Bu aralar hayatımda değişik heyecanlar var, adrenalinim artıyor, süregelen bazı dönemler bitiyor ve bu hareketlilik çoğu zaman seke seke dağda zıplayan keçiye çeviriyor beni..Bazen de yetiştirme ve ‘her şey tam olsun’ dürtüsü ağır basıyor, stres sahibi oluyorum:)  Sabah kalktığımda hava artık karanlık değil, eve dönerken de halen güneş var..Canım bu ara kendimi deniz kenarına atıp kayıklara bakmak ve iyot koklamak istiyor.

Yazın yaklaşmasını da bahane ederek, İstanbul’un keyif ve nefes aldığım birkaç mekanını burada afişe etmek istiyorum :

 1- Banyan-Ortaköy : Olağanüstü bir görsellik, hatta orada manzaraya bakmıyor, bizzat içinde yer alıyorsunuz..Gerçi sadece 2 kere burada yemek yedim, ama –eğer Uzakdoğu mutfağı ile haşır neşirseniz- hem yemeklerden hem de ambiyanstan memnun kalacağınızın garantisini veriyorum.. Bu arada Banyan kelimesi, Asya’da ölümsüzlüğün simgesi olan Hint İnciri (Banyan) ağacından geliyormuş..

2- Yeniköy’deki Çay Bahçesi : Buranın adını bilmiyorum ve uzun zamandır uğramıyorum, ama bu konumda Boğaz’a bakan, resmen denizin üstünde oturabildiğiniz başka bir mekan da hatırlamıyorum..Bu bahçe tam İstinye Deniz Otobüsleri’nin yanında Yeniköy dönemecinde, yoldan geçerken belki dikkatinizi çekmeyecek şekilde saklanmış salaş bir yer, lokma tatlısı meşhur, zaten hemen girişinde yapıyorlar..

3- Cihangir-5. Kat : Nedense 2 kere yolumun düşmüş olmasına rağmen bir şeyler yemek kısmet olmadı, amma ve lakin hem kapalı salonun (camekanla çevrili) hem de terasın manzarası ömre bedel..Bir pazar kahvaltısı –sabahları ayılamadığım için dışarıda kahvaltı adetim pek olmamasına rağmen- için denemeye değer herhalde..

4- Çengelköy-Çınaraltı : Boğaz ve manzaradan bu kadar bahsedip de buraya değinmemek olmazdı herhalde..Geçenlerde, yazının başında bahsetmiş olduğum, strese yenik düştüğüm günlerden birinde arkadaşımla saatlerce burada sohbet etmemizin ardından, tüm elektriğimi denize bırakmış olduğumu fark ettim. Tavsiye ederim..

5- Muhtelif Mekanlar (Beyoğlu) : İlk 4 madde Beyoğlu’ndakilere oranla nispeten az uğrak yerler olduğu için onları başa koyup haklarında 1-2 cümle ettim, bu semttekileri de isimlerini yazarak anmış olayım : Litera, Leb-i Derya, Zoe, 360, Nu Teras; malum şahane teraslara ve aşık olunacak seyirliğe sahipler..

Deniz mevsimi olunca, haliyle aklım tuzlu suda, boğazda, açık havada..Haydi bakalım yaz gelmiş, pek hoş gelmiş..

4 Yorum

Filed under Gündem Dışı, içimden geldiği gibi

..Siyah & Beyaz..

Önce kadroya vuruldum tabii..Tuncel Kurtiz, Erkan Can, Taner Birsel, Nejat İşler, Derya Alabora ve Şevval Sam..İsimleri yan yana okuyunca bile heyecan duydum, birlikte imza attıkları filmi sabırsızlıkla bekledim; vizyona girdi, bir türlü zaman bulamadım, merakım katlanarak arttı..Kısmet bugüneymiş..

Ankara’da bir bar, adı Siyah-Beyaz..Hani işinden çıkıp iki tek atmak isteyen ve dostunu telefonla aramasına gerek kalmadan her zamanki yerinde  bulabilen müdavimlerin takıldığı, barmenin ‘abi bu 3., daha fazla içme istersen‘ şeklinde uyarılarda bulunduğu, sahibinin evi haline gelmiş barlar vardır ya filmlerde, işte onlardan.. Siyah Beyaz adlı bu bar 1980’li yılların başında açılmış, müdavimlerinden Ahmet Boyacıoğlu; 26 yıldır açık olan bu mekanda edindiği tecrübelerden ve anılarından yola çıkarak filmin hem yönetmenliğini hem de senaristliğini üstlenmiş..

Barın duvarları yüzlerce siyah-beyaz fotoğraf ile bezeli, üst katı filmde olduğu gibi gerçekte de bir sanat galerisi ve barın sahipleri burayı da işletiyor..Konu, mekan, karakterler bu kadar hakiki, kadro duayenlerden oluşmakta; buna rağmen filmin iyi mi kötü mü olduğunu algılayamıyorum..Mesela bu 5 eski dostu, Tuncel Kurtiz’in evinde kağıt oynarken izlediğinizde, gerçekten onların doğal masa sohbetlerine kulak kabarttığınızı hissediyorsunuz, hani sanki evinize gelmişler de ‘King‘ çeviriyorlar..Sonra Erkan Can ile Derya Alabora’nın hikayesindeki gerçeklik..Okul günleri, bir zamanlar yediklerinin-içtiklerinin ayrı gitmediği dostlarının hastalık, ölüm, boşanma haberleri, ayrılıklar, heba edilen yıllar ve cüzdanda kalan aşklar..(Soluma dönüp; ‘Biz de mi böyle olacağız 30 sene sonra’ deyiverdim, birilerinin ölüm-hastalık haberlerini alıp hiçbir şey olmamış gibi devam mı edeceğiz, yani bu kadar kaşarlanacak mıyız hayatta, bilemiyorum..Sanırım görüp-geçirdikçe her şey normalleşmeye, ilginçliğini yitirmeye başlıyor, boşa geçmiş yılları bile kabullenebiliyorsun, oysa gençken istediğin gibi geçmeyen 1 günü bile sorun edebiliyorsun..Neyse)

Oyunculara kanıp da filmden üstün bir kurgu, diyalog veya hikaye beklemek yanılgı olur; ama ben seyir halindeyken keyif aldığımı,zaman zaman duygulanıp kendi geleceğimi sorguladığımı  söyleyebilirim..[Belki de gitmeden önce ‘çok kötü bir film’ olduğuna dair uyarılmış olmamın yarattığı ters etkidir. Psikolojide de bunun elbet bir adı vardır:)]

Ezcümle; ‘mutlaka seyredin’ diyebileceğim türden bir film değil, ama bu kadar ustayı beyazperdede bir arada görmemek benim içime sinmedi, onu biliyorum..Pişman mıyım? Tabii ki hayır..

Not : Hayatımda hiçbir filmi izledikten sonra pişman olduğumu hatırlamıyorum, gördüğüm her şeyin bana bir şey kattığını düşünüyorum. Böyle de optimist yaklaşıyorum 🙂

9 Yorum

Filed under Kültür-Sanat