Monthly Archives: Haziran 2014

Öteki

İzlediklerimi nicedir anlatmamışım burada, sanırım bir süredir etkileyici ve enteresan bir film izlememişim. Ta ki Richard Ayoade’nin yönettiği; Jesse Eisenberg’in başrolünü oynadığı “Öteki” (The Double) filmine denk gelene kadar…

Fyodor Dostoyevski’nin “Dvoynik” adlı romanından uyarlanan filmi ne şekilde kategorize etmem gerektiğini bilemiyorum. Psikolojik gerilim, ruhsal dram, fantastik gerilim…Bu tanımların hepsi filmde kendine yer buluyor. O kadar karanlık, o kadar sinir bozucu ve vurucu bir gerilim ki; önce Dostoyevski’ye sonra da yönetmene ve oyunculara şapka çıkarıyorsunuz.

Öncelikle; James ve Simon adlarında iki zıt karakteri bu kadar gerçekçi canlandıran Jesse Eisenberg’in adını anmam lazım. Simon; iç karartıcı dairesi ve bunaltıcı iş yeri arasında gidip gelen, zaman zaman bakıma muhtaç annesiyle ilgilenen, aşırı derecede içine kapanık ve melankolik bir karakterdir.

The Double

Hayatının en büyük eğlencesi, platonik olarak aşık olduğu ve karşı dairesinde oturan iş arkadaşı Hannah’ı (Mia Wasikowska) izlemek ve onunla konuşmaya çalışmak olan Simon; iş yerinde, sokakta, kafede her daim “görünmez adam” muamelesi görmekte, kimse tarafından sayılmamaktadır.

Derken; tam Hannah ile iletişime geçmeye ve yakınlaşmaya başladığı sırada, iş yerinde James (Jesse Eisenberg) adında, ona fiziksel olarak tıpatıp benzeyen fakat karakter olarak tam tersi biri başlar.

Simon; hayatta sahip olmak isteyip de olamadığı her özelliğin James’te olduğunu görür ve peşinde koştuğu tüm değerleri ona kaptırmanın acısı ile aklını kaybedecek gibi olur.  Çok fazla detaya girip filmin büyüsünü bozmak istemem; ancak uzun zaman sonra ilk kez bir filmi baştan tekrar izlemek istediğimi belirtmeliyim. Zira yönetmenin izleyiciye bıraktığı cevaplar ve ilk başlarda anlaşılamayan noktalar mevcut filmde. Her izleyicinin farklı yorumlayabileceği bir seyirlik olan Öteki; bence şu aralar vizyondaki en izlenesi filmlerden biri.

The Double...Filmin müziklerine de değinmeden olmaz; Simon’un iç dünyasında çalan orkestraları öyle güzel yansıtmışlar ki; bir nevi sahnelerin doruk noktasına çıkmasını sağlamışlar.  Bu filmi yukarılara taşıyan oyuncu tabi ki Jesse Eisenberg; karanlık, utangaç, nevrotik Simon’u da; eğlenceli, fırlama, zevk düşkünü James’i de tam dozunda canlandırıyor.

Pek çok sahnede içimin karardığını, çığlık atmak istediğimi itiraf etmeliyim. Bu filmin izleyicinin içini açmayacağı, aksine ruh halini olumsuz yönde etkileyeceği bir gerçek, ama çıktıktan sonra “iyi ki bu filmi seyretmişiz” dedirtti bana. Ayrıca ilk fırsatta Dostoyevski’nin ilgili romanını da okumayı düşünüyorum, bakalım…

İyi Seyirler…

Yorum bırakın

Filed under Kültür-Sanat

Edirne

Haftalar önce yaptığımız Edirne seyahatini anlatma vakti geldi de geçiyor. O kadar keyif aldığım bir gezi oldu ki, bunca zaman sonra bile dün gibi aklımda Selimiye’nin ihtişamlı yapısı, pamuk ciğerin ağzımda dağılışı ve Meriç kıyıları.. Her zamanki gibi bir gün önceden yapılan doğaçlama plan ile başladı heyecanımız. Cumartesi öğlen Esenler’den 15.00 otobüsüne atladıktan yaklaşık 2.5 saat sonra Edirne’ye vardık ve kalacak yeri henüz ayarlamamış olduğumuzdan; elimizde minik çantamız ile Selimiye’nin yolunu tuttuk.. Öncelikle turistlik vazifelerimizi yerine getirecek; görülmesi gereken tarihi yerleri gezecek ve sonra kendimizi günün akışına bırakacaktık. IMG-20140419-00250 Selimiye Camii;, ihtişamı, mimarisi, mermerinde saklı ters lalesi ve dinginliği ile olduğu kadar, huzur dolu, geniş bahçesi ve yeşillikleri ile de beni kendine hayran bıraktı. Kardan adamı bile doğru dürüst yapamazken; nice zaman önce böyle harika ve zeka dolu yapıların inşa edilmesi bana halen çok inanılmaz geliyor. Birbirimize aynı şeyi soruyoruz çoğu kez : “Bunları nasıl düşünülüyor, tasarlanıyor ve yapılıyor ? ” Yapıların güzelliğine ve vakurluğuna şaşırmayı bir kenara bırakıyoruz ve acıkan karnımızı mutlu etmek için merkeze doğru yürümeye başlıyoruz. Girdiğimiz şarap dükkanında Edirne’nin meşhur Hardaliye içeceği ile tanışıyoruz. Şarapçı aynı zamanda hardaliyenin de üreticisi olduğunu anlatıyor ve hardal tohumu ile üzüm karışımı bu değişik içeceği tattırıyor. Birkaç şişe alıp bu esnaftan turistik olmayan yerel lezzet noktalarını öğreniyoruz. Hiç bekletmeden merkeze çok yakın Nusret Usta’nın (Çiçek Ciğer) yolunu tutuyoruz. Edirne ciğerine mesafeli durmamın ne kadar hatalı olduğunu ilk ısırıkta anlıyorum, zira bu bir ciğer değil pamuk. Tadımlık ciğer faslından sonra Köfteci Osman’a girip biraz da lezzetli köfteden nasipleniyoruz. Burada da ciğer deniyoruz, ancak Çiçek Ciğer’dekine pek benzemiyor; yine lezzetli ama bir pamuk değil. Meşhur Trileçe tatlısı ile son noktayı koyduktan sonra, kalacak bir yer bulup eşyalarımızdan kurtuluyoruz. Minibüsle Edirne Karaağaç bölgesine geçip, Meriç kıyısındaki güzelliği seyrediyoruz. Aniden karşımıza çıkan Trakya Üniversitesi’nin şahane kampüsüne hayran kalıyoruz, huzur dolu kafelerinden birinde kahvemizi içip, otelimize dönüyoruz. Mutlaka gezilmesi gereken bir yer daha var; Sultan 2. Bayezid Külliyesi Sağlık Müzesi.  Burası 15. yüzyıldan beri külliyenin içinde yer almakta olup, 400 yıl boyunca hastalara şifa olmuş, sonraları ise yalnızca ruh ve sinir hastalıkları hastanesi olarak hizmet vermiş.  1997’den beri müze olarak ziyaret edilen bu külliyenin oldukça enteresan ve gezilmeye değer olduğunu belirtmekte fayda var.   Sağlık Sağlık Müzesi     O dönemde kullanılan ilaç ve sağlık gereçlerinin sergilendiği alanlar ilginç; ama en enteresanı eski tedavi yöntemlerinin balmumu heykelleri ile anlatıldığı odacıklar. Kimi odayı gezerken gözlerimin dolmasına mani olamadım. Müze sonrası midemizi mesut etmeye geldi sıra; Ciğerci Niyazi’de 15 dakika kuyrukta beklemenin ardından; yine pamuk gibi, ağızda dağılan bir tabak ile damağımızı şenlendiriyoruz.  Edirne’de en çok yediğimiz 2. besin ne miydi ? Tabi ki kendimizi alamadığımız şahane badem ezmesi. Ama bilinen isimlerin aksine, yine o şarapçımızdan öğrendiğimiz yerel bir adresten alıyoruz badem ezmelerimizi: 1937’den kalma Sayınbaş bademcisi. Dükkan sahibinden bu ezmelerin yalnızca badem ve şekerden yapıldığı, katkı maddesi olmadığı bilgisini alıyoruz ve badem ezmelerimizin tadını çıkarıyoruz. Edirne’den İstanbul’a getirdiğimiz bir diğer lezzet ise benim yeni öğrendiğim Deva-ı Misk Helvası. Bu helva Osmanlı zamanında şeker ve 40 çeşit baharatın kaynatılmasıyla yapılıyormuş ve hastalıklara şifa bulduruyormuş.  Bu da mutlaka not düşülmesi gereken lezzetlerden biriydi. Edirne; tarihi ve görülmeye değer yerleri, lezzetleri, nehir kenarındaki huzur veren mekanları ile beni pek mutlu eden bir şehir oldu. İstanbul’a yakın bir yerlere kaçıp nefes almak istiyorsanız, tavsiye olunur. İyi Gezmeler… Not :  Ülke ve dünya gündemindeki ürkütücü gelişmeleri yazacaktım yine, ama içimden gelmedi bu kez. Kelimelerimin kifayeti tükendi sanırım.  … “Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalimize” …

1 Yorum

Filed under Biri Kaçamak mı Dedi ?, Gündem Dışı