Category Archives: Kültür-Sanat

10 sene mi?

Bundan tam on yıl önce bugün yazmış olduğum yazıyı paylaşacağım, tutmayın beni.

Sene 2012; beş yıl çalıştığım fabrikadan yeni ayrılmışım, sonrasında 8 yıl çalışacağım iş yerinden hiçbir emare yok henüz. Üslubuma bakılırsa oldukça pozitif ve dolu doluymuşum.

Binlerce olay, duygu, anı geçmiş üzerinden. Beynim, vücudum, hislerim; hiçbiri aynı değil artık. Mesela kitap dünyasından koptum, demişim. Oysa yeniden bağlandım sonrasında. Hem de kendi kitabımı çıkaracak kadar. Yüzlerce film, yazı, müzik aktı gitti. Sedef Adası’na denk gelemedim, lakin bir sürü başka güzel ada tecrübe ettim. 🙂

İnsanın eski ‘kendisi’ ile yıllar sonra karşılaşması değişik bir duygu. (1 Ağustos 2032 tarihine not, okuyanlara selam olsun.)

10 sene önce bugün yazdıklarım:

Yapılacak o kadar çok şey var ki…Okunacak bir yığın kitap var mesela…Çocukluğum ve ilk gençliğimde bazı geceler sabaha dönerken, annemin “haydi bırak kitabı da yat artık” uyarısı ile bile bırakamazdım kitabı…Fakat  önce üniversite; sonra da iş hayatı ile birlikte pek sevdiğim kitap dünyasından yavaş yavaş koptum.. 1.5 ay önce işi bırakmamla beraber; yapmak isteyip de zaman/fırsat/motivasyon bulamadığım işlerle uğraşma isteği uyandı bende..

Lakin bu sefer de bir boşluk, tembellik, “amaan nasılsa çok vaktim var, istediğimi yapabilirim” hissiyatı ile erteleme hasıl oldu bana.. Diyorum ya yapılacak çok şey var.. Daha önceki kitaplarını okumadığım Elif Şafak’ın Şemspare ‘si ile Orhan Pamuk’un Yeni Hayat ‘ı bekliyor rafta okunmayı.

İzlenecek filmler de var haliyle listede.. Kara Şövalye; Amerika’daki galasında yaşanan katliam sebebiyle beni kendinden soğuttuysa da, gidilecek filmler arasında ilk sırada duruyor şu sıralar..

Sonra her seferinde bir mani çıktığı için bir türlü gidilemeyen Sedef Adası var listemin en püfür püfür, en güneşli ve bol yüzmeli tarafında..Tatile gitmek kısmet olmadı henüz ama günübirlik Sedef Adası‘na gitsem, birazcık iyot kokusu alıp kendimi engin maviliğe bırakıp serinlesem; tüm yorgunluğumun gideceğini ve felekten en kolay yoluyla bir tatil çalacağımı hissediyorum.

Yaptıklarım da var elbet bu “erken emeklilik” süresince.. O kadar çok özlemişim ki geç saatlere kadar uyanık kalmayı, karga dışkısını yemeden uyanmak zorunda olmamayı, sair günde sokaklarda dolanmayı, köprü trafiğinin yoğunluğu ile ilgilenmemeyi, okumayı, yazmayı, dinlenmiş şekilde bir yerlere gitmeyi, sevdiklerimle vakit geçirmeyi..

2 Yorum

Filed under içimden geldiği gibi, Kültür-Sanat

Susma

Dünyanın kaç bucak olduğunu

Yedi Tepeli İstanbul’u

Pi sayısının sonsuzluğunu

En sevdiğim hüzzam besteyi

Sırat köprüsünü nasıl geçeceğimi

İki ile ikinin hiçbir şey etmediğini

Yok olmanın, var olmayan hafifliğini

Mevsiminde makbul olan balığı

Gezegenin yedi harikasını

Socrates ile Eflatun’un yakınlığını

Ve ölümden sonraki hayatımı

Senin

Sesinden

Dinlemek istiyorum.

                                                                           

                                                                                                  Zeynep Albaraz Gençer


Her zaman düz yazı olmuyor. Bazen vites 3’te kalmışken yokuş çıkmaya çalışıyorum. O zaman anlıyorum ki “mısra” paklayacak halimi.

Şair olmadan şiir yazmak da ayrı meşakkat. Araf gibi.


 

23 Yorum

Filed under Gündem Dışı, içimden geldiği gibi, Kültür-Sanat

Barselona

Gitmeden önce kimle konuşsak “şahane, muhteşem bir yer, ay keşke tekrar gitsek” gibi haykırışlar duyuyorduk. İtiraf edeyim, içten içe biraz çekiniyordum; sanki övüldüğü kadar beğenmeyeceğiz, Barselona efsanesi bizi hafiften hayal kırıklığına uğratacak diye düşünüyordum. Bilakis…Az bile söylemişler. Gidecek olanlara biraz ışık tutabilmesi açısından olabildiğince özetleyerek anlatmaya çalışayım Katalonya maceramızı…

Barselona, İspanya’nın kuzeydoğusunda, 2 milyona yakın nüfuslu, denize sıfır ve uzun sahilli, şiir gibi bir şehir. 4 gün boyunca kilometrelerce yürüdük ve sürekli kafam yukarıda, muhteşem binaların ayrıntılarını incelemeye çalıştım. Elbette ön planda Antoni Gaudi’nin eserleri, La Sagrada Familia, Park Güell, Casa Bottle, Casa Mila ve niceleri. Ama adını çok fazla duymadığımız, Gaudi kadar meşhur olmamış mimarların da şahane yapılarını görmek mümkün. Adettendir, Sagrada Familia ile başlayalım. Merkez konumundaki Plaça de Catalunya meydanına yürüyerek 10-15 dakika mesafede yer alan bu efsane kilisenin yapımına 1882 yılında başlanmış, 1883 yılında Gaudi mimariyi devralmış fakat 1926’da bir tramvay kazasında öldüğü için; inşaat yarım kalmış. Hala yardımlar  ile tamamlanmaya çalışılan heybetli kilisenin yapımının, Gaudi’nin 100. ölüm yıl dönümü olan 2026’da tamamlanması planlanıyormuş.

la-sagrada-familia

sagrada-familia

La Sagrada Familia‘nın etrafında her daim bir turist kalabalığı ve birtakım gösteriler görebilirsiniz. Biz giriş biletlerimizi internet sitesinden -önceden- almadığımız ve sırayı beklemeyi gözümüz yemediği için, içeri girmedik. O güne mi özeldi yoksa her pazar var mı bilmiyorum, ama kilisenin hemen yanında, 3-4 sokak uzunluğunda pek şenlikli bir yerel pazara denk geldik. Bardak bardak İspanyol içkisi Sangria, kazanlarla İspanyol pilavı Paella ve bilimum meyve-kuruyemiş çeşitleri ile gözlerim, midem bayram etti diyebilirim. Denk gelirseniz kaçırmayın.

paella

pazar-yeri

Gelelim Antoni Gaudi’nin ustalık eserlerinden Park Güell‘e.. 1900’lü yılların başlarında, İspanya’nın kalburüstü Güell ailesi için yaptığı bu park, 1923 yılından sonra halkın ve turistlerin ziyaretine açılmış. Mozaik ve camların ne şahane bir görsellik oluşturabileceğine hayran kalmamak elde değil..Meşhur ejderha heykeli, kurabiyeden yapılmış gibi duran evleri ve geniş seyirlik teras/bahçesi ile mutlaka ziyaret edilmesi gereken bir yer.

guell

guell

guell

Barselona’nın en popüler noktalarından biri; Las Ramblas caddesi..Plaça de Catalunya ile başlayan ve yaklaşık 1.5 km sonra sizi deniz kenarına bağlayan, her daim hareketli, turist ve sokak satıcıları kalabalığından zorlanarak yürüyeceğiniz bir bulvar. Her tarafı kafe, restoran ve dükkan dolu olan bu caddenin fazla turistik olduğunu ve yeme-içme için çok da avantajlı olmadığını belirtmekte fayda var. Ama bu caddenin üzerinde bir sabit pazar var ki, işte orada kendinizi kaybetmeniz mümkündür diyeyim ve akla gelebilecek her türlü deniz ürününün, şarküterinin, meyvenin hem satın alınabildiği hem de oracıkta denenebildiği muhteşem La Boqueria Mercat fotoğrafları ile sizi başbaşa bırakayım 🙂 (Not: La Boqueria, pazar günleri kapalı, diğer günlerse 17.00’ye kadar açık)

1 2

3

4

5

6

7

8

İspanya’nın yemek kültüründe çok önemli bir yer tutan Tapas, yani bizim dilimizce Meze restoranları adım başı karşınıza çıkıyor. Tavsiyeler üzerine gittiğimiz iki restoran var; Ciutat Comdal (Ciudad Condal diye de yazılıyor) ve CalPep. Ciutat Comdal, Plaça de Catalunya’ya çok yakın, köşe noktada konuşlanmış ve saat 20.00’den sonra kapısında onlarca kişinin kuyruk beklediği şahane bir yer. Biz “Assorted Tapas” adlı seçmece 5’li meze tabağı, yarım litrelik sürahi Sangria, efsane bir kalamar, “Patatas Bravas” adlı küp patates kızartmalarından aldık, epeyce doyduk ve İstanbul ile kıyaslayınca oldukça aşağılarda kalan bir mertebede hesap ödedik. Ziyafetin belgesi aşağıda 🙂

ciutat-comdal

CalPep adlı lokanta oldukça enteresan, Barselona’nın en sevdiğim bölgesi olan El Born’da yer alan bu ufacık tefecik restoranın barında oturabilmek için yarım saat sıra bekledik. Arka kısımda yer alan masalı bölüme geçmek imkansız, sanırım haftalar öncesinden yer ayırtmak gerekiyor…O kadar ekabirler ki, sadece akşamları 19.30-23.30 arası hizmet veriyorlar..Yanlış hatırlamıyorsam burası da pazarları kapalı..Girişte “dünyanın en iyi 50 lokantası” arasında bulunduğunu gösteren bir belge de mevcut.

20161015_210226 calpep

CalPep

Gaudi’nin şahane eserleri, Casa Bottle ve Casa Mila‘yı sadece dışarıdan fotoğraflayabildik; fakat bu bile ilginçliğini anlamamıza yetti. Bu binalar birbirine çok yakın ve sosyete caddesi Plaza de Grazia’da yer alıyorlar. (Bu arada alışveriş meraklıları için Plaza de Grazia bir nimet, aklınıza gelebilecek her türlü lüks marka bu caddede mevcut. Kişisel ilgisizliğimden dolayı hiçbirine girmedim, o yüzden içerikleri ile ilgili yorum yapamıyorum.) Casa Bottle (üstteki) ve Casa Mila fotoğraflarını aşağıda görebilirsiniz :

casa-bottle

casa-mila

Las Ramblas caddesini bitirdiğinizde, upuzun, rahatlatıcı sahil şeridine varıyorsunuz.  La Barceloneta adlı plaj bölgesinde, güzel bir kumsal ve çeşit çeşit lokanta arasında gezebilirsiniz. Sahile çıktığınız noktadan yaklaşık 1 km sağa doğru yürürseniz, Kristof Kolomb’un Amerika’ya yaptığı ilk sefere atfen yapılmış heykelini görebilirsiniz. (Bu heykelin turistik ve tarihi açıdan önemli olduğunu not düşeyim.Biz hakkını pek veremedik, zira buraya ulaştığımız esnada yürümekten kendimi kaybetmiş durumdaydım -19 km-, şöyle bir baktım, biraz fotoğraf çektim ve pert halde yanındaki banklara kendimi bıraktım)

kristof-kolomb

Son gecemizi Las Ramblas’ın Museu D’art Contemporani’ye çıkan ara sokaklarından birinde, şık ve tarz Gats adlı restoranda deniz mahsullü Paella yiyerek taçlandırdık, oldukça lezzetliydi.

Değinmeden geçmeyeyim; Plaça de Catalunya yakınlarında 1929’dan kalma “Mauri” adlı bir pastane var, muhteşem. (Bayılıyorum ben böyle eski pastanelere) Başdöndürücü pastalar ve envai çeşit minik sandviçin yer aldığı vitrin mutluluk veren cinsten. (Bu arada Barcelona’da hatrı sayılır bir sandviç kültürü olduğundan bahsetmek lazım, dolaşırken açlığınızı bastırmak için etraftaki kafelerden “İspanyol omletli sandviç” deneyebilirsiniz.)

Kalp atışlarımı hızlandıran bir başka dükkan: Torrons Artesans Vicens…Casa Mila’nın hemen altında, tesadüfen keşfettiğimiz, 1775’ten beri varolan bir marka. Heyecandan fotoğraf çekememişim, ama buradan bilgi edinebilirsiniz. Çeşit çeşit badem ezmeleri, marzipan, nugat, çikolata ve helva türü ürün, mide ve gözlere bayram ettirmek için raflarda kuzu gibi yatıyor…Meraklıysanız, mutlaka görülesi…

Biz şehir merkezine 6-7 km mesafedeki La Meridiana İbis Hotel’de konakladık ve gayet memnun kaldık. Standart İbis özelliklerinde, metroya ve otobüs durağına yakın, sessiz sakin bir otel burası. Merkezde kalmak isterseniz, buranın yaklaşık 2 katı civarında bir meblağı gözden çıkarmanız gerekir. (Tabi hostel veya pansiyon tercih edilmesi durumunda, çok daha hesaplı olması mümkün)

Barselona için anlatacak, önerecek o kadar yer var ki…Müze ve sanat gezilerine ilginiz varsa; El Born Centre de Cultura i Memoria, yine El Born’un daracık, sempatik ara sokaklarında yer alan Picasso Müzesi, Museu D’art Contemporani önerebileceğim, şehrin göbeğindeki sanat merkezleri arasında..Bu arada, El Born bölgesinin hemen yakınında yer alan eski şehir Barri Gotic; bir dolu kafe, hediyelik eşya dükkanı ve şahane mimari yapılara ev sahipliği yapıyor, burası da mutlaka ziyaret edilmeli.

Gitmeyi isteyip de vakit yetiştiremediğimiz, aklımızın kaldığı yerler arasında; Nou Camp Stadyumu, Miro Parkı, teleferikle ulaşabileceğiniz Montjuik Tepesi ve Çikolata Müzesi var.

Sanat, tarih ve yeme-içme üssü olarak nitelendirebileceğim Barselona, benim aklımda “rüya şehir” olarak yerini aldı. Gönül rahatlığıyla tavsiye ederim…İyi gezmeler…

Yorum bırakın

Filed under Biri Kaçamak mı Dedi ?, Gündem Dışı, Kültür-Sanat, Tadı Damağımda Kalanlar

Sırça Hayvan Koleksiyonu

Eğer arkadaşımız arayıp “biz bir tiyatro oyununa hem kendimiz hem de sizin için bilet aldık, gelir misiniz” demeseydi, herhalde daha uzunca bir süre tiyatro orucumuzu bozamayacaktık. Bu vesileyle Kadıköy Haldun Taner tiyatrosunda  “Sırça Hayvan Koleksiyonu” adlı oyunu seyrettik, bu aralar uzak kaldığımız sanat alemine -bir geceliğine de olsa- dahil olduk.

Oyuna gitmeden önce ismi ve konusu sebebiyle biraz ön yargılı olduğumu söylemeden edemeyeceğim. Ne demiş Albert Einstein; “Ön yargıları parçalamak, atomu parçalamaktan daha zordur.” İtiraf edeyim, 2 saat 20 dakika sürdüğünü de görünce sıkılacağımızı düşündüm. Ama öyle olmadı. Üstelik hiçbir oyunda görmediğim bir sahne dekoru ile karşılaştığımızı düşünürsek, bayağı ilginç bir oyun olduğunu bile söyleyebilirim.

Amerikalı oyun yazarı Tennessee Williams’ın “The Glass Menagerie” eserinin çevirisi olan bu oyunun yönetmeni Yıldırım Fikret Urağ, oyuncuları ise; Sevil Akı (Amanda), Edip Tepeli (Tom), Ayşecan Tatari (Laura) ve Tanju Girişgen (Jim). Kocası tarafından yıllar önce terkedilen Amanda, bir ayakkabı fabrikasında çalışarak aileye bakan oğlu Tom ve bir ayağı topal olan kızı Laura’nın hikayesini anlatıyor oyun. Topallığı sebebiyle fazlaca içine kapanık olan ev kızı Laura’yı hayata bağlayan tek şey, sırça (cam) hayvan süslerinden oluşan koleksiyonudur ve onlarla kendine öylesine güzel bir dünya yaratmıştır ki, çoğu zaman gerçeklerle bağını koparıp, bu hayvancıklarla meşgul olmaktadır. Ağabeyi Tom ise çalıştığı yerden, yaşadığı hayattan nefret eden, ama mecburiyeti sebebiyle işten ayrılamayan, ara sıra gittiği sinema filmleriyle avunan bir gençtir.

Sırça Hayvan KoleksiyonuAnne Amanda, kızının kurtuluşunun evlilik olduğunu düşündüğünden, oğlundan hayırlı bir kısmet bulmasını ve eve getirip Laura ile tanıştırmasını ister..Tom, iş yerindeki arkadaşı Jim’i kız kardeşi ile tanıştırmak için yemeğe getirir ve gece hiç beklemedikleri şekilde ilerler.

Dekorun ilginçliğini tasvir etmeye çalışayım; sahnenin önünde incecik, tül bir perde var (barkovizyon gibi) ve bazı sahnelerde bu perdeye görüntüler yansıtılıyor. Tiyatro dekoru ve oyuncular, bu görüntülerle zaman zaman iç içe geçiyor, yani perdeyi seyrederken aniden görüntü kayboluyor ve oyuncuları izlediğimiz görüntüyü sahnelerken görüyoruz. Anlatması zor, izlemesi keyifli bir dekor.

Okuduğum kadarıyla; Tennessee Williams kız kardeşinin geçirdiği bir ameliyat sonrası cam hayvan süsleri biriktirmesinden ilham alarak Laura karakterini yaratmış ve bu oyunu yazmış.

Bu oyun daha önce birçok kez sahnelenmiş, hatta Devlet Tiyatroları’nda “Sırça Kümes” adıyla yer almış, çevirisi Can Yücel tarafından yapılarak..Bizim seyrettiğimiz halinin künyesine buradan bakabilirsiniz.

Bu arada oyuncuların, özellikle Edip Tepeli (Tom) ve Sevil Akı (Amanda) etkileyici bir performans sergilediklerini söylemek isterim. Laura rolündeki Ayşecan Tatari ve Jim rolündeki Tanju Girişgen de rollerinin hakkını veriyorlar ve seyirciyi hiç sıkmadan, tempoyu düşürmeden oynuyorlar.

Uzun lafın kısası, oyuncularıyla, yönetmenliğiyle, dekoruyla ve kostümleriyle oldukça doyurucu bir oyun Sırça Hayvan Koleksiyonu…İzleyeceklere iyi seyirler…

Sırça Hayvan Koleksiyonu.

Sırça

Yorum bırakın

Filed under Kültür-Sanat

Cyrano de Bergerac

Aylar süren tiyatro orucumuzu bize bozduran, Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde izlediğim, yılların efsane oyunu Cyrano de Bergerac’tan bahsetmek istiyorum bugün. Tasviri, anlatması zor bir karakter, elimden geldiğince hakkını vermeye çalışacağım.

17. yüzyılda yaşamış Hercule-Savinien de Cyrano de Bergerac adlı şair ve silahşörün yaşamından esinlenerek oluşturulan bu karakter pek enteresan, pek renkli. Fransız şair Edmond Rostand’ın yazdığı oyunun baş karakteri Cyrano; burnunun büyüklüğü ile ünlenmiş, kendini bu sebeple çirkin bulan fakat gururlu, büyük yürekli ve acaip hoş dilli bir silahşör. Kimseye müdanası yok, eyvallahı yok, gel gelelim ki kuzeni Roxane’a deli gibi aşık. Aşık dediysem, öyle laf olsun diye değil. İçi gidiyor, o diliyle dağları deviren adam, Roxane’ın karşısında sanki dut yemiş bülbüle dönüyor. Fakat Roxane’ın aklı, Cyrano’nun ekibindeki genç silahşör Christian’da.

Gururlu Cyrano aşkından ölüyor, ama burnundan dolayı onu beğenmeyeceğini düşündüğünden, kendi aşkını içine gömüp, Christian ile Roxane’ın arasını yapıyor, üstelik Christian’ın ağzından mektuplar yazarak, ona ateşli aşk tiradlarını sufle ederek..

Ve Roxane, aslında bu mektupların, sözlerin sahibine aşık olsa da, senelerce bu aşkın gerçek sahibini bilmeden, Christian’ı severek ya da sevdiğini zannederek yaşıyor..Ta ki Cyrano ile Christian’ın birlikte savaştıkları cepheye kadar…

Konuyu bilenler bilir zaten, ama bilmeden oyuna gidecekler için, devamını ve detaylarını yazmayacağım.

Cyrano-de-Bergerac

Gelelim oyunun künyesine…İlk söz tabi ki Cyrano’ya can veren Yiğit Sertdemir’e..O nasıl bir sahne hakimiyeti,  ne menem bir tirad yeteneği..İnsan bir hece kaçırmaz mı, bir saniye şaşırmaz mı ?  Cyrano de Bergerac rolünün yıllardır nice ustalarca oynandığı, tiyatroya, sinemaya defalarca uyarlandığı malum..Ben bu karakteri ilk kez Yiğit Sertdemir ile izleme fırsatı buldum ve gerçekten hayran kaldım.

CyranoDiğer oyuncular, şarkılar, müzikler, uyum, kostümler ve dekor da gayet başarılıydı. Beni rahatsız eden tek şey, sahnenin ışık ve ses kalitesiydi. Perdenin üzerinde yer alan ‘üst yazı’ bile birçok cümlenin anlaşılmamasına engel olamadı, bu kadar bol ve karışık replikli bir oyun için önemli bir dezavantaj bu.. Işık ise özellikle mi bu şekilde ayarlanmıştı bilemiyorum, ancak oyuncuların yüzlerini, mimiklerini seçmek neredeyse imkansızdı, üstelik ortalarda oturmamıza rağmen…Yine de oyun -özellikle de Yiğit Sertdemir- öyle bir alıp götürüyor ki, bu aksilikleri görmezden geliyorsunuz.

Oyunun yönetmeni Mehmet Birkiye’ye ayrıca bir alkış, bu kadar hareketli, diyaloglu ve ağır bir oyunu günümüze uyarlamak, bütünlüğünü bozmadan kısaltmak ve böyle güzel sahnelemek takdire şayan…Ve en büyük alkışlardan biri yaklaşık 70 sene önce bu eseri böyle şahane tercüme eden Sabri Esat Siyavuşgil’e…

—————

Not: Oyundan önce Yiğit Sertdemir hakkında bir iki araştırma yaparken bir mektup buldum. Yaklaşık 1 ay önce vefat eden, usta tiyatrocu Tomris İncer‘e hitaben, Sertdemir tarafından yazılmış. Uzun zamandır beni bu kadar etkileyen bir ‘şey’ okumamıştım. Hiç yorum yapmıyorum, okumak isteyenler buradan yaksın.

Ve son olarak; eserin meşhur ‘İstemem Eksik Olsun’ tiradından bir parça :

(…)

Ama şarkı söylemek, düşlemek, gülmek, yürümek…
Tek başına…
Özgür olmak…
Dünyaya kendi gözlerinle bakmak…
Sesini çınlatmak, aklına esince şapkanı yan yatırmak… 
Bir hiç uğruna kılıcına ya da kalemine sarılmak…
Ne ün peşinde olmak, para pul düşünmek,
İsteyince Ay’a bile gidebilmek.
Başarıyı alnının teriyle elde edebilmek.

Demek istediğim asalak bir sarmaşık olma sakın. 
Varsın boyun olmasın bir söğütünki kadar.
Yaprakların bulutlara erişmezse bir zararın mı var?

Yorum bırakın

Filed under Kültür-Sanat

Her Şeyin Teorisi

Evrenin, insanlığın bilinmezlerini çözmeye hayatını adayan Stephen Hawking’in yaşam öyküsünü izledikten sonra en bariz düşüncem şuydu: Bu nasıl bir beyin, ne biçim hayat sevgisi, bilim motivasyonu, olgunluk.. Hayatının en keyifli dönemlerinden birinde, baş etmesi en zor hastalıklardan biri olan ALS’ye yakalanan bir insan bu kadar başarılı ve mutlu olabilir mi ? Biz ‘normal’ insanlar neden en ufak aksilikte yılıyoruz, işin devamını getiremiyoruz ? Acaba şükretmeyi ve yeteneklerimizi kullanmayı bilmiyor muyuz ? Yine başladım düşünmeden yazmaya, en iyisi başa sarayım..

Bilim adamı Stephen Hawking’in hayatını anlatan “Her Şeyin Teorisi” filmini izledim geçenlerde. Öncelikle künyeden başlayalım; tabi ki ilk söz Oscar’ı sonuna kadar hakeden Eddie Redmayne’e.. “Acaba Stephen Hawking’in gençlik görüntülerinden derleyip filme mi koydular” dedirtecek derecede vurucu bir oyunculuk.. Gerçekten onu izlediğimizi düşündüm..O kadar ki, Stephen Hawking bile izlerken “zaman zaman kendimi gördüğümü sandım” hissini yaşamış.
theory of everythingYönetmen James Marsh, Hawking’in eşi rolündeki Felicity Jones (Jane Hawking) ve tüm kadroya ayrıca alkış göndermek lazım tabi..Film, Jane Hawking’in kitabından uyarlandığı ve her ikisi de halen hayatta olup filmi izledikleri için, gerçeklik konusunda şüphe duymadan seyredebildim. “Özel hayatına fazlaca girilmiş, bilim macerasına az değinilmiş” diye eleştiriliyor film bazı mecralarda. Oysa ki karısının elinden çıkan bir biyografi için bence bilim konusu gayet dozunda işlenmişti. Özellikle Hawking’in üniversitedeki hocasının ve arkadaşlarının desteğini seyretmek pek keyifliydi.

“Ne akıllı bilim adamısın sen  Stephen Hawking” diye geçiriyorum filmi izlediğimden beri içimden..Ne azimlisin, yerden kalkamadığın, hareket edemediğin halde ne beceriklisin. Her şeyimiz tamken bile onda birini gösteremediğimiz şükür(süzlük) ve sebat(sızlık) yüzüme sert şekilde çarptı seni izledikten sonra, bir şeyler yapmak istedim; üretmek, başarılı olmak, azmetmek, sabretmek…İşte böyle karışık duygulara sevk etti beni “Her Şeyin Teorisi”.. İzlemenizi tavsiye ederim.

PSY-QBu ara psikoloji meselesi pek kurcalıyor kafamı. Okuduğum bir kitap var: “PSY-Q Psikolojik Zekanızla Tanışmaya Hazır mısınız”, daha doğrusu okumaya çalıştığım..Biraz yorucu; insan psikolojileri üzerine yapılan çarpıcı deneyler eşliğinde okuyucunun psikolojik zekasını ölçmeye çalışıyor yazar Ben Ambridge interaktif bir şekilde. Deneyler eşliğinde, insanoğlunun kimi zaman ne kadar zalim, gaddar olduğunu, şiddete, gerilime ne derece meyilli olabileceğini anlatıyor..Zaman zaman ürkütücü, ama denemeye değer.

Galiba psikolojik olarak çözümlenmeye ihtiyacım var bu aralar. Değişik ruh halleri içindeyim, bahardan mıdır acaba ? Aklımdan bir sürü düşünce geçiyor, fakat o kadar ki, sıralayıp düşünmeye bile üşeniyorum. Dünyada – ülkede olup biten, canımı sıkan şeyleri, kötülükleri değiştirmek için bir şeyler yapayım diyorum, hangisinden başlayacağımı, neresinden tutacağımı bilemeyip, rafa kaldırıyorum. Kendi hayatımla ilgili önemli bazı kararlar alayım diyorum..Yok…O da olmuyor. Sanırım kendimi hala 17 yaşında sanıyorum (reşit bile değil:)  Plan yapmak istemiyorum. Yaptığım planlara sadık kalmak istemiyorum. Değiştirmek istediklerim için güç toparlayayım istiyorum, üşeniyorum. “Daha çok var, düşünürüz” diyorum, erteliyorum. Bir bakıyorum sular seller gibi geçiyor vakit. Böyle yazılar yazıp melankolinin dibine vurmayayım diyorum, fakat bundan daha iyi bir terapi de bilmiyorum. ‘Kimsenin görmeyeceği, okumayacağı sayfalar dolusu yazı yazsam, kurtlarımı döksem’ diye geçiriyorum içimden, vazgeçiyorum. Hem kimse okumayacaksa neden yazayım ki ? Kafamdan geçiririm, olur biter..Bazen hatalarımı, kusurlarımı, garipliklerimi seviyorum herkesin kendini sevdiği (ya da sevmesi gerektiği) gibi…

Bazen de “en doğru” olmak için haybeye uğraşıyorum, mümkün olmadığını bile bile.

Genelgeçer duygu ölçeğine göre ‘önemli’ sayılacak bir olay karşısında “aman ne olacak, ölüm yok ya ucunda” diyebiliyorken zaman zaman, zerre önemi olmayan bir durum için üzülebiliyorum gereksiz yere.

Hiçbir yere bağlamadan bitiriyorum bu  bayık, lirik ve didaktik yazımı 🙂 İyi seyirler, bol psikanalizler.

 

Sen bakma bu kadar hüzünlü şeyler yazdığıma, ben çok gülerim. Ve gülerken hiç kimse yalan olduğunu anlayamaz.

                                                                                                                                                                                                                Cemal Süreya

 

 

2 Yorum

Filed under içimden geldiği gibi, Kültür-Sanat

Mucize

Önyargılarınıza ve küçümsemelere kulak asmadan, tarafsız olarak izlemenizi önereceğim bir filmden bahsetmek istiyorum bu yazımda: Mucize.

Sadece çok dramatik olmamasını umarak, yorumları, konunun detaylarını bile okumadan koyulduk filmi izlemeye. Öncelikle, baştan sona ilgimi uyanık tutan oyunculara ve görsellere sahip olduğunu belirtmem lazım sanırım.

Konuyu özetleyeyim: 60’lı yıllarda; İzmir Menemen’li öğretmen Mahir (Talat Bulut); eskiden kalan zorunlu hizmet borcunu ödemek için Kars’ın bir köyüne atanır. Öyle uzaktan tahayyül edilebilecek bir köy değildir burası, yolu, suyu, okulu, elektriği olmayan bir yer düşünün, bir avuç insan hep birlikte yer sofralarında yemek yiyorlar. Çocukların başlarını sokacakları bir köy okulu dahi olmadığından, okuma yazma bilen yok denecek kadar az.

Köyün muhtarı rolündeki Erol Demiröz, karısı rolünde Meral Çetinkaya, muallim rolünde Talat Bulut, köy eşrafından Ali Sürmeli,akraba kadınlardan Nilgün Karababa, muhtarın oğlu rollerinde Nazmi Kırık, Erdem Yener, Metin Yıldız, gelin rolünde Büşra Pekin (özellikle onu istemeye gittikleri sahne) o kadar gerçekçi ve iyi oynuyorlar ki, sahnelerinde etkilenmemeniz zor.

mucizeAma filmin sürprizi, muhteşem performansı ile tartışmasız Mert Turak. Muhtarın oğlu sakat Aziz rolünü öyle bir canlandırıyor ki, ister istemez boğazınız düğümleniyor, karakteri öyle sevdiriyor ki, mutlu olmasını istiyorsunuz. Meğer çok başarılı bir tiyatrocuymuş. Bu filmden sonra fazlaca tanınacağını düşünüyorum.

Muhtarın eşi rolündeki Meral Çetinkaya, benim en sevdiğim ve oyunundan etkilendiğim kadın oyunculardan biri.. Oynadığı her role bürünen, resmen o karakter olan bir oyuncu. Filmdeki son kız isteme sahnesinde, son geline yaptığı konuşmalarda beni pek duygulandırdı. (Sürprizi bozulmasın diye detay vermiyorum)

Mert Turak Aziz rolünü bu kadar başarılı oynamasaydı, şiveler bu derece gerçekçi konuşulmasaydı aynı etkileyicilik yakalanır mıydı; zannetmiyorum.

Film boyunca beni gerçeklikten uzaklaştıran tek nokta, herkesin inanılmaz naif, iyi niyetli, saf, zerre kötülük düşünmeyen insanlar olmasıydı. Eşkıyaların yardımı, köy halkının muallime sevgisi, erkeklerin eşlerine karşı tutumları, kayınvalidenin gelinlere davranışı, …Herkes peri masalından çıkmışcasına iyilik timsaliydi. Gerçeğe uygunluğunu orayı ve o dönemi bilenler daha iyi tartacaktır.
Mahsun Kırmızıgül’ün, tüm oyuncuların ve zorlu şartlarda çekimleri tamamlayan ekibin hakkını teslim etmek şart. Ezcümle; bu filmi izlemenizi tavsiye ederim.. İyi seyirler…

mucize-

Yorum bırakın

Filed under Kültür-Sanat

Yıldızların Altında Kuantum

Aklımın almadığı konulardan pek fazla hoşlanmama eğilimim var sanırım. Çocukken kendime şu soru zincirini yöneltirdim: Biz neredeyiz ? Evde. Ev nerede ? Türkiye’de. Türkiye nerede ? Kuzey yarım kürede. Kuzey yarım küre nerede peki ? Dünyada.. Ne hoş… Dünya nerede ? Evrende/Kainatta/Galakside … Peki onlar nerede ? ? ?  Her seferinde bu noktaya kadar gelir, sonra ‘fazla düşünme, insanın aklı almaz’ sözlerine kulak verir, düşünmeyi bırakırdım..

Yıldızlararası (Interstellar) filmini izledikten sonra çocukluk sorularım yine kafamda canlandı..Filmi izleyeli 2 hafta oldu, halen düşündüğüm bazı noktalar var. Filmi çok mu sevdim ? Hayır. Ama beni düşüncelere sevk ettiğini yadsıyamam.

Künyeye bakalım; pek sevdiğimiz Christopher Nolan yönetmen koltuğunda.. Batman serisini, Memento’yu, Prestij’i düşününce zaten 1-0 önde çıkıyor sahaya Yıldızlararası.  Oyuncular cabası; Matthew McConaughey, Michael Caine, Anne Hathaway, Matt Damon,..

Karadelik, kuantum, solucan deliği, uzay yolculukları belki ilginizi çekmiyordur, ama yine de bu alandaki genel kültürü arttırmak için bile seyredilebilir bir film Yıldızlararası.

Filmin çıkış noktası; yakın gelecekte dünyanın ve insanlığın tehlikeye girmesi sonucu farklı bir yaşam alanı arayışına girilmesi..

Karadelik

Eski kulağı kesik bilimadamlarından Cooper (McConaughey) ile NASA’nın yolu, Cooper’ın kızı üstün zekalı Murph vesilesiyle kesişir. Cooper’ın seçim yapması gerekecektir; insanlığın geleceğini kurtarmak için başka gezegenlere yelken açmak mı yoksa dünyada kalıp kendi hayatını ailesiyle birlikte geçirmek mi…

Filmin büyük çoğunluğu Cooper ile Brand’in (Hathaway) uzaydaki cebelleşmeleri ve maceraları ile geçiyor, fakat eş zamanlı olarak dünyada olup biteni ve ailelerinin hayatlarını da seyrediyoruz.

Zaman – yer çekimi kavramlarının tamamen farklılaşması, 5. boyuttan mors alfabesi ile mesajlar gönderilmesi, kara delik içinden geçerken uzayın korkutucu sessizliği, dev dalgalı tuhaf gezegenler ve insanların uzayda bile törpülenmeyen hırslarını izlemek enteresan.. Bazı sahnelerde filmin yörüngesinden çıktığımı kabul etmem gerekiyor. Çok bilmiş seyirci kimliğime bürünüp “yok artık ne saçma” dediğim yerler de oldu. Ama muhtemelen o noktalar benim bilimsel eksikliklerimden dolayı açık kaldı.. Çünkü uzaya gönül vermiş insanlarla konuştuğumda, hepsinin her sahneye, her detaya bayıldıklarını öğrendim.

Dediğim gibi, bu konulara azıcık ilgi duyuyorsanız, ufkunuzu genişletecek bir film Yıldızlararası..

İzlemekte fayda var…İyi Seyirler…

interstellar

 

2 Yorum

Filed under Kültür-Sanat

İçince Geçiyor mu Acısı?

Sevdiği kadını kaybedince darmadağın olan perişan bir adam;  serseri ruhlu, kanı deli akan bir kadın, kadeh kadeh rakı ve Galata Kulesi var İncir Reçeli 2’nin başrollerinde…

Aşık olduğu Duygu’nun ölümünden sonra insanlıktan çıkmış, hayattan hiçbir beklentisi kalmamış Metin rolünü yine pek güzel canlandırıyor Halil Sezai Paracıkoğlu.  ‘İzci’ ile derbeder bir aşk yaşamalarını isterken, içten içe Duygu’ya olan hislerini korumasını, onu unutmamasını istiyorum sanki… “Duygu’yu aldatıyormuşum gibi geliyor” hissiyatına karşılık gelen replik akılda kalıcı:

“İnsanlar sevgililerini aldatıyor, karılarını aldatıyor, hatta aradığım insan bu deyip kendilerini aldatıyor.

Sen iki yıl boyunca hayatta olmayan birine sadık yaşadın.”

Hayatının dibinde sürünürken, sahne aldığı barda çalışan İzci çıkıyor karşısına..Direniyor kapılmamak için, zira kapılırsa gerçek aşkını aldatmış olacak çünkü kendince..Filmde en çok Metin’in Duygu’ya olan vefasını,sadakatini sevdim..Karıncaların yuvadan çıkmasını bekleyişini, ölen balığın karşısında saatlerce ağlamasını, “Cevap yazayım mı ağabey”e her seferinde “yazma” deyişini, sahnede Duygu’nun fotoğrafıyla kadeh tokuşturmasını, her gece küfelik olmasını sevdim.

İzci’nin doğal ve egosuz halini, Metin’e duyduğu sahici sevgiyi, doğum gününe gelmeyince yaptığı -ağlatan- konuşmasını, aforizmalarını, ölmüş bir kadını kıskanmasını sevdim.. Bir de “senin için nefes alan biri varken, ölü bir balığı dert edindin” deyişini.

incir reçeli

Filmin müzikleri ve sahnelere yerleştiriliş biçimi çok ince düşünülmüş, bu noktada senarist-yönetmen Aytaç Ağırlar’ı ve tüm müzik emekçilerini tebrik ediyorum.

Sıfır beklenti ile gittiğim için, memnun olarak ayrıldım salondan..Şafak Pekdemir’i ilk kez izliyorum, oldukça başarılı ve inandırıcı buldum. Halil Sezai ise hem oyunculuk hem de müzisyenlik anlamında gayet yetenekli bir adam. Sanat gurusu değilim, ama en azından seyirci olarak bana hissettirdikleri bu yönde.

 

“Herkesin bir hikayesi vardır

Kimi kağıda yazar hikayesini, kimi etine…

Kağıt yanınca, et gömülünce biter hikaye…”

İyi Seyirler…

incir reçeli.

2 Yorum

Filed under Kültür-Sanat

Lucy

Nicedir uzak durduğum ve hafiften önyargılı baktığım film Lucy’i nihayet dün seyrettim ve keşke daha önce izleseymişim dedim…

Bilimkurgu, yapay zeka ve insan beyni ile derinden ilgilenenler belki de aynı görüşte olmayacaklardır,zira ben bu konuyla yeni yeni ilgilenmeye başladığım için, öğrendiğim her bilgi bana ilginç geliyor.

Filmi başa saralım: Yönetmenliği ve senaryosu Luc Besson’a teslim filmin başrolünde Scarlett Johansson (Lucy) oynuyor.  Sıradan, rutin bir hayatı olan kızımız Lucy, flört ettiği adamın zoruyla Kore mafyasına bir çanta teslim ediyor ve akabinde macera başlıyor.

Mafyavari adamlar; çantadan çıkan mavi tozun Lucy’nin kanına karışmasına vesile oluyorlar ve böylelikle Lucy, beyninin %100’ünü kullanabilecek kapasitede bir canlı haline geliyor.

LucyBeynimizin sadece %10’unu kullandığımızı varsayan ve kapasitenin %100’e kadar artması durumunda neler olabileceğini irdeleyen film; özellikle görüntü efektleri ve sahneler arası paralel geçişleriyle göz dolduruyor. Filmin başında Profesör Norman’ın (Morgan Freeman) yaptığı “beyin kapasitesi” temalı konuşma ve Lucy’nin kapasite arttırımı arasında geçişler,  beyin hücrelerinin ve nöronların ekrana yansıması, galaksi-dünya görüntüleri, hayvanlar alemi belgeseli gibi sembolik anlatımlar; beni etkileyen sahnelerdi.

 

Etrafındaki manyetik dalgaları, TV, radyo, bilgisayar gibi cihazları kontrol edebilme, düşünceleri okuma, telekinezi ve olacakları öngörme gibi yetiler kazanan Lucy’nin, tüm bu bilgi ağından yorulup, kendini kurtarması için profesör Norman’a başvurması ile işin boyutu biraz daha değişiyor ve bilimadamları, teorilerinin gerçeklik kazanması karşısında elleri kolları bağlı kalıyorlar.

Aksiyon sahneleri ve koştur koştur temposu ile, sıkılmaya, filmden kopmaya imkan bırakmayan filmde, zaman zaman “biraz abartmışlar” dedirten sahneler mevcut elbet. Örneğin beyninin %100’ünü kullanmaya başlayınca bilgisayara dönüşmek suretiyle yok olan, tüm çağlar arası ışınlanan ve evrende yolculuk yapan  Lucy sahnesi. Belki de sadece efekt ve görüntü tekniklerinin parlatılması için çekilmiştir.  Bu ve bunun gibi bazı abartılı sahneler, beni kısa süreliğine de olsa konudan koparsa da; genel manada ilgimi çeken ve sürükleyici bir film oldu Lucy.

Bu arada, Mr. Jang rolündeki Minsik Choi ve saz arkadaşlarına değinmemek olmaz, oldukça inandırıcı ve filmle uyumlu bir ekip olmuşlardı.

Kıssadan hisse; beyninize iyi bakın, fazla zorlamayın…İyi Seyirler…

2 Yorum

Filed under Kültür-Sanat