Bugün edebi yazı yok.
Kelime oyunları, tecahül-ü arifler, teşbihler, süslü tasvirler yok.
Bu sayfayı açtığım vakitte, yani 11 sene önce, sloganı “veni, vidi, vici – içimden geldiği gibi” idi.
Gezdiğim yerleri, izlediklerimi, okuduklarımı anlatarak başlamıştım ve kendimce Julius Sezar’ın “geldim, gördüm, yendim” sözünün çok yaratıcı olduğunu düşünmüştüm. Sonraları açılan gezi sayfalarının yarısında aynı deyişi gördükçe, sıradanlığın kekremsi tadını ağzımda hissetmiştim. (Kekremsi tat? Metafor yok demiştik ama!)
Başlığın yarattığı beklentiyi boşa çıkarmamak adına ufak bir itirafla başlamak istiyorum: Sıra dışı, yaratıcı, aykırı olmak, toplumun genelgeçer kabullerine karşı durmak, nev-i şahsına münhasır biri olarak anılmak istiyorum.
Öldükten sonra yüzyıllar boyunca saygıyla hatırlanmaya değecek işler yapayım, kimse beni unutmasın; kitabımın, yazdıklarımın değeri ben hayattayken çokça bilinsin, göçtükten sonra ise şaha kalksın. Beni çok seven bir yakınım, gün yüzüne çıkmayan müsveddelerimi bulsun, kitap haline getirsin. Bu benim bilmem kaçıncı eserim olmuş olsun. Sonraki kuşaklar, yazdıklarımı bulup “ne kadar zeki, duyarlı, dünyaya katkısı bol, farklı bir insan” desinler.
Bütün bunların ne anlamı var? Yazarken bile içimdeki ses “kendini ne kadar ciddiye alıyorsun” diyor. Fakat neden almayayım ki? İnsanın kendini önemsemesinin tuhaf karşılanmasını anlamıyorum. Evet biliyorum, evren ölçeğinde yok hükmündeyiz, kum zerresinden beter haldeyiz, biz kimiz? Ama ben içinde yaşadığım bedeni, ruhu tanıdığım için, onlarla ilgili hayal kurabiliyorum. Ha, insanlar tarafından kendi istediğim sıfatlarla anılmak, dünyada çok faydalı işler yapmış olmak neden bu kadar önemli? Elbet var bir psikolojik sebebi, lakin ben bilmiyorum.
Şimdilerde bana bu sıklıkta kitap okumayı nasıl becerdiğimi soranlar, gayretimi takdir edenler oluyor. Uzunca bir süre, rahatsız edici bir obsesyonum vardı. Kitapta yer alan bir cümleyi asla tek sefer okumayla bırakmıyordum. Anlamadığım vehmine kapılarak, defalarca başa alarak aynı sayfada takılı kalıyordum. Canım sıkıldı, bir müddet hiçbir kitabı elime dahi alamadım. Okumaktan soğudum. Çocukluğumda, ilk gençlik yıllarında bir gecede bitirdiğim kitapları özledim. 3,5 yaşında okumayı öğrendiğimden beri en büyük keyiflerimden biri olan eylemi çok uzun bir süre yapamadım.
Sonra, ‘obsesyon’ deyince daha havalı duran bu takıntımı başka çeşitleri takip etti. Yaşamayanın empati kuramayacağı düşünce girdapları diyebiliriz bunlara.
Beynin ne tür çılgınlıklara açık olduğunu kanıtlayan, dehşet verici psikolojik vakalar okudum. “Ya benimkiler de bu raddeye varırsa” diye korktum. Mücadele ettim. Yaşadıklarımı, düşüncelerimi kitap haline getirmek istedim. İnsanların “deli” gözüyle bakmasından, dışlamasından çekindim. Malum; insanın ruhunu, zaaflarını, tuhaflıklarını bu derece masaya sermesi sorun çıkarır. Tam da anlattığı yerlerden vurulur.
Şimdi niye yazıyorum? Çünkü artık pek umrumda değil. Bu yazıyı yüzlerce kişi okuyacak. Kimileri –henüz hiçbir şey anlatmadığım halde– türlü yaftalar yapıştıracak. Bazıları açık sözlülüğüme gıpta edecek. Birileri neden bahsettiğimi anlamak için kafasını dahi yormayacak.
Fakat benzer duyguları yaşayan birinin göğsündeki sıkışmanın biraz rahatlaması, atlatma ihtimalini düşünmesi, yalnız değilim hissi; bunlardan daha önemli.
Rast gele.